Anda Demlenenler 2

Kaybol bende

Renklerimin bedeninde–

–Kaybolduğunu unut

Unut evimin odalarını

Hatırlanacak bir şey kalmayana dek

Soyun elbiseni yalanlarından

Sığındığın kapıdan uç uç uç

***

Bir medcezirle coştu derya
Can-ı gönüllerden taştı


Enginin Birlenen Sahilleri’nden
Doğdu gecenin güneşi

Karanlığın belalı sarmaşıklığı ise büyük bir yalandı


Gökyüzündeki kitabı okuyamayanların yalanı

***

Ayaklarımın altındaki yuvarlak taş
Titreş de konuş
Adımlarımı aydınlat sarmaşdolaş
Buldum bırakmam yuvarlak taş seni
Uzan da gidelim

***

Bir gülü koklayışları mıdır
Bir sokağa hayat katışları

?
Her yanyana gelişlerinde, bi umut memleketine göçmeleri midir
Ağırlaşmış virgülleri, sırtı kambur ünlemleri, birbirlerine yük etmeden taşıyışları

?

Öyle böyle değil, topyekun bir taşınma! Şöyle cümbür cemaat; yastıklara gömdüklerini, paylaşamadıkları çığlıklarını, çürümüş çiçeklerini, bir türlü ezberden söylenememiş, ağızlarında çarpık türkülerini, kardeşten yakın simalarını, kurumaya yüz tutmuş tembel kemiklerini de alıp bir gönüle sığınmaları mıdır?

Dostluk böyle cezbetmiştir; iki gül kokan canı.

***

Bir annenin kendi içinde doğurduğudur hakikat
Başkalaşmanın karanlığıyla yüzleşmesidir O.

Ellerini doğurur, çoğaltır gözlerini
Koca Anne’den devralır sezgilerini
Tohumlar hiç duraksız sevgisini
Döller kendine has anneliğini

Ne vücudu ne ruhu bir daha asla anne olmadığı haldir.

Teslimiyetin peşindedir çaresiz O!
Karanlıklara ışık gelene kadar sancımasıdır anneliği ve
vazgeçmeyi istemenin ağır utancını sırtlanarak düşüşüdür.

Her düşüşünde, kendi kendine el uzatışı ve yardım istemeyi unutuşudur kimi zaman.

Bir annenin Aşkla dolu bir isyanla imdata varışıdır

Şimdiyse güçlenerek tırmanışıdır misafir olduğu vazgeçiş kuyusundan

Karaya, beyazı, alı, sarıyı, maviyi katışıdır annenin…


Bilinmeyene uyanışıdır ve rüyalarının sırtında engin uçuşudur annenin…

***

Bilişin olmadığı yerden gel
Karanlığın kıymetli hediyesi
Ek sırlanmış tohumlarını yüreğime
Hiç iz bırakmadan
git gidebilirsen

***

Renkler asla savaşmazdı
Ve öyle de oldu

***

İhtiyaçlar filizlenmiş dal olmuş
Bazen budamak, bazen filizleri aşkla sarmalamak mı gerekmiş?

***

/Yav’aşk//
Yavaş olacak gelişi
Birin ikiye bölünüşü gibi

***

Aşk olsun sesim/sözüm/nefesim

***

Konuş benimle her yerden
Ahizeden seslen
Denizin aleminden
Çıplak kefenden konuş
Şurda burda bekleşenlerden
Aç susuz sabır ehlinden konuş
İstersen içi kof cevizden
Bi gün sevip erte gün iğrendiğim
Betonların arasından yeşerenden ya da
Gücüne tutsak olduğum
Ellerimden konuş lütfedersen
Erken kalkıp geç kalanları anlat
İhmalden övünecek gururları
Kanını inanmadan verenleri
İnanıp kovuğunda gizlenenleri anlat
Sarsılır işittiğimde sağlam sandığım tüm temeller
Kaçışır yuları elimde sandığım tüm virgüller her sesinden

Şiirsiz Şiir

bir insanı yazmak dünyayı yazmak demek

doğasını; iç kasırgalarını, mevsimlerini, günlük havasını, susuzluğunu, kuruyan eklemlerini, ıslak dokularını, dışa yansıyan ateşini, göz yaşlarının rengini, irinlerini, yaralarının kapanışını yazmak demek de dünya demek

bedenin her bir parçasını anlatmak; dağlardan, derelerden, mantarların ağlarından, kovuklardan, sonsuz organizmalardan, hiç öğrenilemeyecek dinamiklerden bahsetmek dünya demek

tarihini kaleme almak; dış tarihten asla bağımsız olmayan iç tarihi örmeye ancak insan kendi tarihi için kalkışabilir. İçten dışa bakışını, dışta kalamayışlarını ya da içte boğulup dışta savaşmalarını anlatmak dünya demek

erilini dişilini yazmak, iç manasıyla dış görüntüsünü ortaya koymak…?

bi insanın özeti verilebilir ancak yaşamın tüm hiç bir zaman kavranamayacağı gibi kişinin kendi yaşamını kavraması da söz konusu değildir belki bu yüzden yazar yazarlar ve içten içe değil içten dışa bakıp yine kısıtlı kavrayışlarla kendilerini yansıtmak için başkalarını kullanırlar

 

benim şiirsiz şiirlerimin ana itkisi ne? ana düşüncesi ne?

–iç hapishaneden yazılan notlar aslında

–“ben”lik araştırması belki biraz “iyelik” biraz fazlaca kendine dönüklük

–en safiyane demlerimin korkularını yazmaya utanç

–en safiyane deyişim de kibrimden

–kibrime öfke

çocuk aklımla imrendiklerimi mi ve çocuk halimle en büyük korkularımı mı yaşıyorum

–hapishane  –deli gömleği –şeffaf olma görünmezlik

maphusluk, çıldırmak ve görünmez olduğumu sanmak ana düşünceler, itkiler olabilirler mi?

sanırım yaşamımın ilk yıllarından hatırladığım 3 temel hikaye bunlar

belki de bunları suladım ilk günden beri bilinçi ve bilinçsiz

benim şiirsiz şiirimin gücünün temellendiği yer nerede?

ritmi mi  //sesi mi // sözcükleri mi // oyunculukta mı

bazen ritminde, bazen seslendirilmeden şiir olmuyorlar mutlaka okunmalılar hissi veriyor, oyun gibi geliyor bazen şiir ve bazen de şuursuz bi akış, sözcükler köküyse bir şiir ağacının benim şiirim henüz taze bi fidan gibi yer değiştirmeye hazır, yerlerine mıhlanmamış ve anlamları iyice dallanıp budaklanmamış halde.

bir fikir şiirleniyor

bir araştırma bir anlama çabasını geliştiriyor

iç savaş alevlenir dışarda savaş varsa

ve

dışardaki savaş ille içerdeki kuru otları ateşe verir

yani

savaş baştan sona da okunur sondan başa doğru da okunur

savaş hep vardır

peki

insan göç travmasını aşsa başka hiç bir şeyden korkmaz herhalde

 

 

 

İÇİNE SARAMAGO KAÇANLAR

O GECE (görkemli okumalısın burayı okur! iç sesinin en dramatik ögelerini keşfetmelisin)

O GECE

kimse böcekleri öldürmedi!

( ta ta ta ta )

Bir gece, yani o gece

hani her gün terkedip de şaşkın bir sevgili gibi, gelene dek ezbere 

kimse ayağının altına almadı

ellerinin arasında

iğrenmeden, gözleriyle bile 

öldürmedi bir böceği!

Ne katledildiler peşlerinde kinli bakışlarla ne yuvalarında kanlı işaretler

Bir karınca bile ölmedi;

ki biz ne karıncayı öldürEmeyenler gördük insan katlettiler

Yeryüzünde,

böceği doğuran da

O

-O

çok sevdiğin domatesi veren de

hani o vazgeçemediğin

kışın karasında ayın ayazında

gidip marketlere marketlere

alı alı verdiğin domateslerin

tohumu bile çatlarken

göklebir eder böceklerin yuvasını

ama o gece! o gece hayır!

O GECE, bir tohum tanesi bile

öldüremedi 

bir böceğin, hiç bir insanın gözünde masumlanamayacak larvasını

–bütün bebeler masum olmasına rağmen böceklerinki…. ah ikiyüzlü CİNSAnlar–

çünkü O GECE

şiirler yazılacaktı;

en

kabuklusundan

bacaklısından

hızlısından

kınkanatlısından

çok gözlüsünden

kıvrağından

yavaşından,

en

sabırlı ve zehirlisinden

umarsız

kayıtsız

yavşak

korkak

şiirler yazılacaktı;

mağdur olmayı asla başaramamış

katil olmadan katledilmiş

asalağından

sessizinden

zararlısından

katledilmiş böcekler yerine

yazılmış şiirler

Kendimden Kendime

21021db1b419e1c9d38b7ff0ff40421d

“O”

bi kendime bakıp gelecek ben

sular derin bulanık yer yer

 

bilinecek öğrenilecek ismi

görülüp dokunulacak bedeni

sezilecek koklanacak varlığı

 

bi seni bi beni tanıyıp gelecek ben

orman boz sarmaşık yer yer

 

ekilecek tohumu

sulanacak suyu

durun ben vurayım ilk kazmayı

tüneller varmış açayım

kuyular varmış ineyim

 

bi izin verin aynalara ilerleyeyim

bi seni bi beni bırakıp gidecek ben

 


Çık kendinin kapısından

A/Ç/ık

Ölür müsün kendinden?


Kendimden Kendime-1

 

Bir gün pikniğe gidelim çocuklar

Siz beşimiz, beşiniz biz

Musa, Şule, Merve, Kiraz da gelir

Bir oynar bir küsersiniz, bir küser bir oynarız

 

Bir gün bir pikniğe gideriz çocuklar

Siz beşimiz, beşbeşe olursunuz

Yaralarınız, Sessizliğiniz, Hoyratlığınız, Neşeniz de gelir

Hem anlatır hem dinlersiniz, bir küser bir güleriz

 

Belki diyorum

Orada, piknik masasının yanında

Bir deniz varmıştır

Kıyısında kurtarma botları yok bir deniz

Köşesinde cansız umutlar yok bir denizmişti

Siz beşimiz en deniz halimiz, tuzumuz kurumuş bekleşirsiniz sözlerimi

Sıkılır gidersiniz, gideriz denizlere sıkılıp

Ağzınız kurudu muydu vişne şerbeti içiririm

Gözleriniz yandı mıydı kapanırlar tatlı tatlı

Açılıverir kulaklarınız

Ondan gelmedik miydi biz bu denizli pikniğe

Bir türlü hepimiz olamayan sizle birlikte

 

Size neler anlatacağımı bilseniz bilmek istemezsiniz

 

Bir gün bir pikniğe gideriz

Lüferler, Mercanlar, Yelkovanlar, Yunuslar hep yerinde


Kendimden Kendime-2

 

Hazırlanın bakalım geliyorum

Eller ayaklar yıkansın

————- çözülsün önce

Günebakanlar gibi eğik başlar kalksın

——————– içi kör

 

Eskiyen yaralarınız var pansumansız ameliyatlarınız

Boş odalardan yükselen tozlar dinsin perde perde

Geliyorum onlu yaşlarımın cesareti

Kirlenmemiş ellerimle

çalmalara vurmalı yaylılarınızı

 

Sağırlaşmış gözler, kör kulaklar hazırlansın

————-, kimsesizleşmiş kapı önlerine su serpin

 

Ben gelmesem nergis çiçekleri basacak odalarınızı

Besler büyütür bahçe bostan kurarsınız ameliyatsız urlarınıza

 

Utanmaz, kendinize saklarsınız sadece siz kokan bahçelerinizi

En küçüğünüz, henüz utanmayı öğrenmemiş ayrık otlarından

gelir düşer sevmelere doyamadığınız çıbanlı kuyunuza

Günebakan gibi eğik başlarınızı kaldırmaya gelmesem

kılınızı kıpırdatmazsınız

——-bile korkar sizden

730141924e36808b3208716c020171b1


 

Kendimden Kendime-3

 

Gözler gibi sağır toprak

——————- gibi işitir kulaklar

yeraltında bekleşir suyum tomurtomur

 

devrim için en iyi vaktin “dün” olmasına rağmen

bir direnişçi sabrıyla zamansızlıkta uyur suyum

 

kendimden        biliyorum ken-dim-den!

uyuyan uyanır————————————–

ölen dirilirse eğer               ———————

 

Ne amalığını ne tatlığını dert eder suyum toprağın

O,  sade boşlukların akımını dinler

———, suyum, tomurcuklanarak bekler

—————————-  kullanarak birlenir

suyun çağlaması için bir barikat gibi yükselmesi gerekir

bir direniş için de tek mühim şey “olmasıdır”

birlenir direnirler

bana karşı bana rağmen

 

nefes al nefes ver

Moúsa arar kulağım
Kulağım musikî

Ellerim şiir
Sirius yüreğim

Tiktak tiktak

Semalarda dolaşır
Titreşir perilerim

Birleniyor ezgiler
Ezgiler büyük

Doğumu müjdeliyor

Her şey

doğumu

gizliyi arayan saklambaç

2f8cfc61d8ac6ee0d892de864aeb1ffd

gündüz,yerine geçince, geceden saklanmak üzre

olgunlaşması zor bir şiir gibi kıvranarak uzattı ışınlarını

saklanmakta, bir arayan gizliyse gizlenmekte de bir sır saklı

peki gece ne yaptı?

gece güneşten saklandı, o ise yıldızlarını serbest bıraktı

hiç bir sırrı kalmadı karanlığın

fareler ava çıktı ay yükselince

görüldüler ama hayatta kaldılar kimse inanmayınca varlıklarına

hayatta kaldılar çünkü inanmanın sırrıyla saklanmışlar

***

 

ben onlardan bihaberken farelerim gizlendi

gizlenince hayattasın

ölürsün görününce

kuralı unutursan oyun hiç başlamaz bile

 

***

gizlenmenin en masum yolu uyumak

uyumak, okul merdivenlerinde, kestane ağacının altında birileri boğulurken uyumak, kaydıraktan kayarken düştüğün kumda uyumak, kapı komşun gözleri açık ölürken, pencereden dışarısını izlerken uyumak ve bir yalana inanırken, eteğinin boyunu kısaltırken uyumak, dikiz aynasına takılı kalırken, hayır yerine evet derken ve içindeki kar sularını, ırmakları kuruturken uyumak güvenli.

uyumak güvenli, uyumak masum

uyursan ölürsün, zararsız… tüm günahlardan sıyrılmış, sırlarını da susmuş, görevini tam yapmış, üstelik bir de sevilirsin uyursan.

Bir kere seni görürlerse artık gizlenemezsin hep saklanmak zorunda kalırsın o zaman uyuyamazsın. Uyutmazlar ve uyumamalısın. Saklanırken uyursan ölürsün! Bir yalan gizli saklanmakta, hep bir kandırmaca ve oyalamaca. Aklını kullanmalısın saklanırken, bilirsin seni arayanın da senden saklandığını.

***

Nasıl bir tavır seçersen o tavırla karşılık bulursun

kurban et haydi görünmezliğini, gizlenmelerini

buradayım dediğin anda hazır bekle biz de buradayız tepksini

noname

“Buradayım”

IŞIKLAR-SAHNE

Karanlıklarına saklanırsan ışık girmez içeri, görülmezsin

Saklanırsan tuzaklar kurarlar, sınanırsın

Sınavın tuzaklardan gizlenmek olur

“Buradayım”

IŞIKLAR-SAHNE- SEYİRCİ

 

Kimse olmayacak ondan başka seyirciler arasında

Dikil sahnende olduğun gibi, orası senin… O da seyircin!

Tek kişilik tek seyircilik bir ti-rat-yo

Tİ RAT YO evet, tiyatro değil

Çünkü asla yanlış yazılmazsın bir çocuğun zihninde

Hangi çocuk? İçimdeki çocuk…Evet çok klişe

O alaycı yetişkin itiraza devam etsin edebildiğince

Bu bir tiratyoydu ve öyle kalacak ben kendimi ikna edinceye…

Tira ti yo

Ne diyo?

Seni kendime çekiyorum diyor

Çekiyor Seni bana doğru

Çekiliyorum Sana doğru

Tu y io

Sen ve ben

her dilden

çekiliyoruz birbirimize bir oyunun sahnesinde.

Artık karanlık yok aramızda

Oyunların en güzeli başladı ben saklandığım yerden çıkınca

 

——****—–

İlk okul zamanlarımdan beri hissediyorum gizlendiğimi.
Öyle sözde bir gizlenmek de değil; ilk okulda o zamanlar tanımlayamadığım bir hisle doluydum, şimdi düşündüğümde en yakın his yabancılık-dışta olma- idi. Duygu bu, diğer adım gibi ayrılmaz bir parçam gibi benimle orta okula da geldi ve ilk ders zili çalmadan önceki yarım saatlik, o herkesin bayıldığı oyun saatlerinde saklanırdım kestane ağacının iri gövdesinin ardına. Bütün gözler açık ya da kapalı bana çevrilmişmiş gibi hissettiğimden ve görebilecekleri tüm kırık, sökük, yamuk korkularımdan utanır tuvalete bile gizlenirdim bazen. Saklanmazdım çünkü zaten kimse beni aramazdı… Saklambaç değil gizlenbeç :)

Sonra gizlenmek saklanmaya dönüştü ve her şey daha bir zor oldu lise yıllarında. Saklanırken sahteleşme, kibir aldı masum korkuların  yerini, söküp atılsınlar diye yıllardır çitiliyorum kendimi.

 

 

 

 

BKZ.

Burcular ve Fareler

ana masalın inşaatı

açılıyor güven/sen/sizlik perdesi

geliyor en sahici kemiklerin çıt kırıldım depremi

 

sarsılıyor çukurları

fare gibi kemiriyorsun göğsünü

sarsılıyor yatakları

—matkapla deliyorsun ciğerlerini

sarsılıyor gözleri

—balçıkla yüzüyorsun derisini

 

ne bomba sesi var oysa ne de bir hafriyat kamyonu -bugün-

sırtıma vurup köklerimi

bir yuvayı yok-luyorum eskiden yeniye

geziyorum odalarını bir gülüşün

bir kıymet kayıp imiş -arıyorum-

yüzdüğün, deldiğin, kemirdiğin

gölde, denizde, ırmakta

 

yer sarsılıyor, insanların başı…

/dönüyor/

kuşlar evlerine

 

döküyorsun betonu körpe al yanaklarıyla anasına yapışmış yenice dudakların arasına

kayıp değilmiş meğer kıymet

buldum buldum buldum!

Сказка сказок
Колыбельная -çizim Yuri Norstein -Animasyon Filminden

anda demlenen

 

Beşinci mevsimin ilk günüydü

bakışların kokusu kalmamıştı

siz insan olma yolundaydınız

Güneş Hilâl…

*

Yarının yağmuru yarının!
Unutmayı öğren o yağmurun bulutunu…
Al şimşekleri sar bugünün güneşine

Üşenme eğil dünün toprağına
Kazınsın tırnaklarına toprağın ateşi
Yarının meşum fırtınası kulaklarına fısıldanmamış gibi

Şaşırarak karşıla
Dünde filizlenir bugünde çiçeklenir gülün kokusunu

*

Yolunda yürüt
Beni
Ez

Beni Boz
Yolunda kaybet
Beni
Bul

Beni Bırakma

*

Y a v a ş, y e ş i l adımlarla çaydan geçiyor
da
Islanmıyor gölgesi
Kamaşmıyor nefesi
Çürümüyor merakı
S a d e(ce), u z a k dokunuşlarla tarıyor saçını

ve

Titreşmiyor bakışı
Kararmıyor düğümleri
Dirilmiyor esrimesi
Bir kez daha!

*

Çürüm çürüm çürüyecek
İlmek ilmek dokuduğum…

Bahşedilmiş olanın doğası bu
Görmek gerek bahar seslenirken!

Be/n-/den de çürüyecek; yeşererek, renklenip gövdelenerek, dokuyarak dokunarak, balon gibi şişip ışık gibi sönerek
Eller bir şiiri keçeleştirirken

*

Beni dinle
Her dilden konuşurum
İşitirsen eğer
Doku-larım, renk-lerim
Her koşulda büyülerim
Gelirsen peşimden
Güneş ver bana
Bana bulut…
Dost olmadığımı zannettiklerinden getir
Şaşırtırım seni
Sözümü dinlersen eğer

*

Cehennemi uzak bildim
Gül bahçesini sıradan bir düş…
Yakın olan ne varsa ilmek ilmek ördüğüm
Rüya imiş
Ayrı düştüğüm
Huzur gelecek mi?

*

Pırıl pırıl gökkuşağı hatıralar

çok bilinmeyenli sisli gelecekler

*

Ölüm, ışığı daim kılıp renkleri hepleyene Karanlıkla aydınlık hiçzeminde kavuşana kadar…Umutvâr

*

Ölümünü selamlayamadıklarımla beraberim…Öyle değilmiş gibi görünüyor sabahki yüzüm, öğlenki yürüyüşüm…Ama değişiyor içimin de dışımın da sureti geldiğinde gece…Sadece bir nefesiyle, bir satırıyla, bir tavrı, bir duruşuyla, notaları, renkleri, mısralarıyla direnen, değişimin, güzelliğin, devrimin kendisi olan, haberli ya da habersiz bilerek bilmeyerek öksüzlüğümüzün acısını tatlandıran herkesin toprağına selam olsun.
Güne her uyanışım, gözüme yansıyan her ışık, seçebildiğim her eylemim, tavrım, tutumum, duruşum tanımadığım binlerin, yüz binlerin toprağından filizleniyor.

*

yüzüme saçlarıma sarasım var ışığın çocuklarını

Çamuru rüzgârı çağlayanı boy gösterir
Hamurun esası yalımdır

*

Çiğ düşüyor gel kaçırma
Eski şarkılarıyla deli zamanların… Duymadın mı ışığını
Dokunamadın mı anısına ezbere bildiğin mısraların?
Hangi yönden esiyorsun hangi yaralı yüzün bugün?

*
HaKelebek sanma beni Kuzgunum
Kuzgun sanma beni
Kargayım

*

Bir çocuğun huzurunda gibi hassas, dikkatli olmalıyım; çalışırken, su içerken, kendimle konuşurken, güne uyanırken, çiçeğe eğilir, böceği ait olduğu yere götürürken, bir lokmayı tadar, rüyalarımı hayata geçirirken. Ben…Neyi göstermek, neyi sunmak isterim yaşamda sanki benim ayrılmaz parçammış gibi beni izleyen, hayatı benden öğrenen bu cana?

*

Kimse bilmez
Değişmek mi zordur anın içinde
Delirmek mi?¡
Değişmeye direnç mi zindana sokar yüreği
Delirmenin dayanılmaz yalnızlığı mı?

*

Ya her gün ölüyorsak, ya her nefeste…? Kutlama şimdi değilse ne zaman?

*

Manâyı taşıyacak kap gerekir, her kaba da bir manâ..

*

Ben Hayattayım
Hayat bende
O benim evim
Benim evim hayat

*

şığın renk formuna dönüşmesi
Hislerin, düşlerin, anlamların sözcük kalıbına girmesi için bir dirence ihtiyaç vardır. Direnç bir çaba, sert bir zemin, onları kıracak, parçalayacak, yapılarını dönüştürecek ateş gibidir. Kayba uğratır mı orası sırdır…
Bazen ışığı ışık gibi, hissi de olduğu hâliyle isterim ben. Dirençten, ateşten korktuğumdan değil, o hâli bozmamak, belki de bencilce kendime saklamak için… Bu dönence de dirençli bir sır… Bilmem neye dönüşecek

*

Ben neyim
Adımın peşinde biçare
!?
Yorulmak için erken
Acele etmek için geç mi?

Şimdi uçmak gerek
Şimdi uçmaya telek… Madem öyle, bir el
ateşten
eşi
topraktan yoğrulmalı!
Usta eller karmalı
odu’nu sudan /çıkartmalı/
Kaf Dağ’ının nefesini gizlendiği yerden

Üflemeli
Mayasını adımın sırrıyla sırlamalı

*

“Diril”diyor ışık
“İşte sana nefes!”
Ayrılık da sevdaya dahilmiş
Bil, unutma…
Hani sevda? diyecek olursan haksızlık edersin…
Aşka düşüşlerini hatırla, coşkudan ağlamalarını, gözlere dalışlarını hatırla ve sevginin sarhoşluğunu.
Madem öyle, takılma üzüm çöpüne armut sapına. Nefesin tükenene kadar tutun ayrılığın tatlı hüznüne ve sevda dolu düşlencelere…

*

Üç kişi -bir sokak
Üç kişi- bir saksafon
Üç kişi- bir şişe şarap
Üç kişi-biraz aşk
Üç kişi bir zaman aşk

*

Yarının yağmuru yarının!
Unutmayı öğren o yağmurun bulutunu…
Al şimşekleri sar bugünün güneşine, üşenme eğil dünün toprağına
Kazınsın tırnaklarına toprağın ateşi
Yarının meşum fırtınası kulaklarına fısıldanmamış gibi şaşırarak karşıla
Dünde filizlenen bugünde çiçeklenen gülün kokusunu…

*

Ölüm var

bilinen ve bilinmeyeni alıp götüren

çözülmemişlerin çözümünü yalnızlıkla bezeyen

kazanılmamış savaşların galibiyetini gölgeleyen

kutsal yaşamın kutsal ikizi

derslerin en büyüğü sınavların en sessizi

ölümüm renkli olsun isterim

öyle bi öleyim ki yeşersin ortalık

fikirler döllensin hayaller meyvelensin

öyle bi öleyim ki o

beni yalnız bırakanların kapalı kutularını ve kokuşmuş sırlarını ışıkla doldurayım

yaşamım da ölümüm de diri olsun

*

Yol yürümek için durmak değil
Geri dönüp eski manzaraları izlemek için de değil
Hep devinim, ölüm, doğum…Yoksa araf yoksa zombileşme, çürüme ve zehirlenme…

*

Cehennemi uzak bildim
Gül bahçesini sıradan bir düş…
Yakın olan ne varsa ilmek ilmek ördüğüm
Rüya imiş
Ayrı düştüğüm
Huzur gelecek mi?

*

Beni dinle
Her dilden konuşurum
İşitirsen eğer
Doku-larım, renk-lerim
Her koşulda büyülerim
Gelirsen peşimden
Güneş ver bana
Bana bulut…
Dost olmadığımı zannettiklerinden getir
Şaşırtırım seni
Sözümü dinlersen eğer

*

Zıt yönler birbirlerini görmeseler de varlıklarını bilirler. Zıtlıklar asla bir araya gelmemeye göre tasarlansalar da muhtaçlıklarını bilirler. Birbirlerini döller, masum bir dua yazar, renkler aracılığı ile zıtlıklarla kavga edenlere armağan ederler. Kabul için, muhtaçlığı, acizliği ve davet için aşka ve şefkate… İkizdir onlar, zıt alemlerin iki çehresidirler. Bereketin, yaşamın, ışık ve gölge arasındaki bitmez oyunun ana babasıdırlar… yer ve gök…

*

Bir sürünün… Bir sürünün sesi doldu
Silinmiyor aidiyetin kokusu
Dört nala tatlı telaşlar
Dağınık, umursamaz eyleşmeler
Bir sürünün sesi,
gözlerimi kapattıracak kadar kamaştırıyor sabahı

*

Hasat harman zamanı demek yeninin kundağını hazır etmek demek
Döngülerin o yükseliş anları inişlerin sadık hatırlatıcıları…
Neye hazırsın

*

işte böyle doğmalıyım karanlıklardan/ erguvanın mayısı gibi çıkmalı sesler/ gülün esası yayılmalı bakışlardan / dolu ayda ilhamlanmalı dokunuşlar

*

dünya büyük
ben büyük
dert az değil
kedi hiç yok

çocuk küçük
salıncak küçük
umut az değil
kedi hiç yok

tohum sessiz
toprak karanlık
yaşam güçlü
ne nar tanesi, ne raziye, ne gece…

yine de tat var
dilimde-
yine de şarkılar
öznesiz-
savrulan oklar
yumuşak

*

Al bi elini yum
Öte elini de esirgeme
Parmaklarını buluştur avucunla
“Birleşin!” de şimdi ellerine
Verebileceğin tüm emirler anca bedenine…
Koy yumduğun parçaları hiç bir işlevleri yokmuş gibi görünen şekilde
ÜST ÜSTE
Karşılacaksın hiçliğinle, yüreğinle
Yerle gök arasında birlenen eller mi yarattı yaratıcı yüreğimi, yüreğim mi çalıştırıyor bir mekik gibi ellerimi?

*

Kuru kuru bi şiirin hizmetçileri annemle babam
Onlar da yetmez gelmeli anne-baba yarısı
Onlar da yetmez kuru, yalnız kalmış bi öyküye

bi köy bi kasaba gerek
Hatta bi şehir bi dünya gerek
Şiirlerin en şımarığına

öykünün en acemisine
Hayırsız!

Doğsun da kucaktan kucağa gezsin diye bunca emek…

Şiir kıpırdanıyor artık, huzursuz çabalıyor yattığı yerde
Ayaklanıp dilden dile gezmeğe hazırlanıyor.

Hazırlanıyor da kalemi kağıdı bırakıp gitmesi kolay mı bi şiirin?

*

Görüyorum bebeğim
Gözyaşlarının ateş olarak yağdığını
Duyuyorum seninle benzer bir acıyı
Arıyorum sana ortak olmamın bir yolunu
Bir daha aynı gözle uyanmamanın uykusunu
Bir daha aynı kuyuya düşmemenin adımlarını arıyorum

*

Neydim ne oldum?
Taneydim nar oldum
Bir kuşa kanat
Rüzgâra yoldaş
Rengârenk uçar oldum
Güldüm bin yanım beyaz
Bülbüle diken diğer yanım

*

Şimdi ellerimde
Şimdi O ellerim
Köklerini arıyor

Bulacak ellerimde

Oradan doğrulacak, kendini büyütecek
🌖🕸🕸🕸🌖

Al bi elini yum
Öte elini de esirgeme
Parmaklarını buluştur avucunla
“Birleşin!” de
Verebileceğin tüm emirler anca bedenine…
Koy yumduğun parçaları hiç bir işlevleri yokmuş gibi
ÜST ÜSTE
Karşılaşacaksın

HER DEFASINDA

hiçliğinle, yüreğinin katıksız saflığıyla
Yerle gök arasında birlenen eller mi yarattı yaratıcı yüreğimi, yüreğim mi çalıştırıyor bir mekik gibi ellerimi?

 


ne oluyor da akan suya yol bazen dağ gibi sağlam çok kırılgan nicedir ellerim

————————

kalbim bebeğim


işte böyle oluyor bütünü olduğu gibi sarıp sevince bünyem, kalbime dar geliyor yeri,

ve günse gün daha da parlıyor .geceyse tabii ki güne dönüyor .

kendini çok sevmeli insan çok!

bir de ne oluyor biliyor musunuz?

herkes bilsin istiyorum, tüm yaşamıma girenler toplaşsın ve benimle bir kutlasın bu an’ımı… Herkes elele, beni yeniden doğursunlar ve uğurlasınlar istiyorum .

kalbim bebeğim

sizin yerinize o ritm tutuyor

 

 

yan/a/yana

kaçmamak gerek

hele hele sana yavrum

işte o kaçamayıştır sebebi henüz olmamış olanların

bile bile beni yavrum

dağlasınlar diye ateşe atmalarım şarkıları

yana yana da olsa yavrum

tüm bu kendime koşmalar

*

yan/a/yana gelip

şöyle bi oturabilmeli insan kendiyle

*

b e n

anlatmalı anlatacak olan

yazmalı yazı/bilen

neler yaşanmış anlaşılmalı

anlayazış

 

bugün

evrenin evriminin bir parçası …

insanın evriminin bir parçası…

daha olmadık çünkü!

ben

bugün

kendi evrimimin bir parçasıyım

sayısını bilemeyeceğim kadar parçanın ortalama 70 yılına tanıklık eden…

 

*bir gün anladığımda yazacağım

İçme o sudan

Dedi
“Kim olduğumu hatırlasam…”
Dedim
“Hiç bildin mi??”
*
Su-s idi düş idi
Artık bundan dönüş yok idi
Bil idi, unut idi
*
“Sadece bir umut!” dedi

Kabul duası

 

Günlerin içinde bir günde, ülkelerin falancasında

Tüm dualar kabul olmaya başlamış …

Saramago gitmeden bunu da yazsaymış

Tüm duaların kabul olduğu bir ülkenin romanını…

Yutak

Hayat, “Ağırdan al accık, hizaya gel” diyor.

 

Susuyorum sesimi

Sözümü sır edip sarıp sırrımdan utanıp bi lokmada yutuyorum.

“Boğazımdasın şimdi, düğümlerime tırmanan sen misin?”

“Gelme! Hazır değiliz birbirimize” diyebiliyorum bi yutkuda.

“Hazırlan sana geliyorum” diyor

Hayat

***

Susuyorum sesimi, sözümü…
Neyim varsa sır edip…
Sırrımdan utanıp…
Bir lokmada yutuyorum
*
Düğüm düğüm sırrıma tırmanan sen, o sen misin?
Ve boğazımdasın şimdi eyvah!
 
Gelme hazır değiliz birbirimize!
diyebiliyorum bir yutkuda.
*
“Hazırlan sana geliyorum” diyor Hayat

 

 

-İR

Düşlüyor

Düşünüyorum

“Belki” diyorum

Bi şiir gibi düşer adı da beklenenin

Aşk olur

da döllenir

büyü(r) de gelişir
Gelişir büyü gibi
Kristal gibi damla damla
Acır acır acır acır
Bal olma yolunda
Ve ışıldar ve parıldar
Ve yerini bulmuştur
Bekler bekler bekler bekler
Şiir gibi gelecek ya hani adı
Oturur her ses yerine
Her sessiz zaten derinde
Sözcükler giyer giysilerini
Hepsi de tam oturur üstlerine
Belli ki çok titiz terzileri

Boşluklara bakılır

Bakılır ünlemlere, virgüle

Sonra gelir sıra süslemelere

Işıklar yanacaktır

Titrek ses bir öksürükle hizaya gelecektir

Bir heyecandır basar iğneyi, ipliği.

Kim bilir kimler gezdirecek

Gözlerini,,, ellerini… …

Kalp durmaz duramaz tutturur hızlıca bi dizem

Ne varsa titrer düşer elden

Vakit gelir

Gelir gelir gelir gelir

Adını bulursam koyarım

Dedi ki oynarım sözcüklerle

Dedi ki nüfuz ederim notalara

Dedi ki konuşurum kaldırım taşlarıyla

Dedi ki dokunurum bam tellerine

Dedi düğüm düğümüm / karadır gözüm/ ah sol yanım can evim

 

Demedi gel konuşalım

Demedi gel çöz beni!

tanı beni tanış beni

-Cesur olunur mu taa başında?

Peki sonunda emin…?

-Göz kapalı yürünür mü?

Sezilir mi menzil?

Tanı beni hele

Hele bi tanı

Belki bilirsin bilmem

Bilmezsin belki

Bak! demektir tanı

Gör! demektir tanı

-Göz gerekmez mi bakmağa?

Gönül istemez mi…?

Şimdi Hakkında Herşey

 

koşulsuz kabul

sevginin yeni adı

kabul

şimdi

koşulsuz

şimdi

*

 

aşıldıkça

aşınmayan bir yol

olsun

bir yol

olsun giden aşka

şimdi

*

sev-i

şimdi

*

bir’den iki’ye

birden(bire) ikiye

1’den 2 y

*

5 dakka kal

dön

ne zaman

?

şimdi!

*

ben

seni

şimdi

ben

sevi

şimdi

*

eğer şimdi’de seviyorsam kendimi

ve sen de paylaşıyorsan benimle şimdiyi

bir sevgi çiçeğini suluyoruzdur

andan an’a

sen varkenki şimdiyle ve o şimdideki beni sevmekle ilgileniyorum

*

güney

kuzeye

kavuşsun

şimdi

!

*

kaybetmeden kaydetmeli şimdiyi

*

imdi / indi / hindi

başka değil

şimdi’den

herkes bilmez

o başka

*

içte kımıltısız – dışta devinen

sevincin rengi yavruağzı şimdiler’de

*

çiçek gibi

ol Burcu

şimdi!

ol bi

tohum

filiz

fidan

ağaç

ver bi

tomurcuk

ver bi

çiçek

çiçek çiçek çiçeklen Burcu

şimdi!

*

bekle beklediğinibilmeden bekle

şimdi

arama aramayıunutarak bekle

bulduğunda aramadanaramışolarak

bulduğunda fark edeceksin

*

ZAMANI

şimdi

akıtmanın gözyaşını

*

aynı duyguda buluşunca mı ruhlar katılır aramıza

ruhlar aramıza katılınca mı buluşuruz aşkta

*

senin

beden

göl oldu

gök oldu

kum oldu

kuş oldu

kıyında / mavinde / sıcağında / teleğinde buluşalım

*

suyum suyuna karışsın

(t)uzum (t)uzuna

yeni günü beklemeden

*

tuzlarımı akıttım suyuna şimdi. akıttım ki tadabilesin sana söyleyemediklerimi.  böyle olurmuş bedenini kaybedince insan-insan peşine düşüp aramasın diye önce göle katılırmış ruhu. kıpırtısız -dingin. dönüşürmüşsün göle ki son kez kavuşasın / dinleyesin / birleşesin / sevilesin gözyaşlarıyla. kabul et tuzlu suyumu koca yürek

*

Deli Kedi’yi çağırıyorum

Şimdi

Bencil bencil

her nefeste her esintide

Şimdi
Psipsipsipsipsi

Kedicil ise kendicil tabii
Hakkı var, küskün
Gelmiyor

*

Saat onyediye verilen bir randevuyum

İki kişinin buluşmasıyım şimdi

Hiçbir zaman saf olamayanım

Bir bekleme anıyım şimdi

Ayaktaki aksak tempoyum

Yanaklardaki kızarmayım

Hep her şey ve hiç olanım

Ben heryerde ve herkesle olanım

Hiç zamansız çıkan mide gurultusuyum

Şimdi de

Hiç kaşınmamış yarayım

Kalabalığın kalabalık olmasını sağlayanım

İki şimdinin arasına sığanım

Ağızdaki unutulmuş sakızım

Sürekli beklenen ve beklenecek olanım

Hiç gelmeyenim

Şimdi

Tutulan nefesim dört dudağın arasında

Saat onyediyibirgeçe

*

Şimdi anladım ki O

Kendi halinde olacak

Mütemadiyen kendiyle olmayacak

Kendininin farkında olacak

Kendi kendine olmayacak

Kendiliğinden olacak

Kendine dönük olmayacak

Biraz kendi olacak

Çok da kendinde olmayacak

Biraz da kendinde olacak

O

*

Bi “ŞİMDİ”dir gidiyor azizim
1 şimdidir
1 Şimdi bir
1 şimdide iyidir
Birbire Başbaşa 
-Başbaşa mı…?!
-Ne zaman?
-Şimdi!
-Şimdi gitti bile…
-Şimdiye birebirdir o!
– Bişimdir

*

Şimdi çok kendinde olan birinin yanından ayrıldım.

Ayrıldım ama şimdimi onun yanında bıraktım.

Şimdim yanımda olsaydı

size rüzgardan

size denizden

denize içkin fırtınadan

yüreğimdeki cenazeden söz ederdim.

 

*

 

Çorba ve Masal

Saatler (hangi saatler acaba) 16:31’i gösteriyordu.

Burcu, zeytinyağında (hafif) kavrulmuş tane karabiber, bir tutam rezene, kişniş, zencefil, zerdeçal, toz kırmızı biber ve iri kesilmiş soğanın üzerine eklenmiş bir avuç (iyi yıkanmış) bulgur, üç havuç ve iki avuç kırmızı mercimekle hazırlanmış çorbasını içiyordu. Burcu masada oturmuş çorbasını kaşıklarken keyifteydi, bilgisayarı masanın dörtte birini bile kaplamıyordu; esas kitaplar, kağıtlar, küçük notlar, atılacaklar, kalemler sarmıştı her yanı. Kitapların biri Burcu’nun eline yapıştı ve zorla şunları yazdırdı:

Şimdi ben tuttum, çizgili defterlere

Boncuklar dizerken hem de 

Elleri şıralı bir çocuğa

Güneş yumağı bir çocuğa, ağaç yarası bir çocuğa

Buğday firikleriyle tarlaları ağzına dolduran bir çocuğa

Kirpikleriyle karları yuvarlaya yuvarlaya

Evlerin içine dağlar indiren bir çocuğa

Rüzgarlı memeler pınara hareler düşürecek diye 

Pınar lülesine aynalı salıncaklar kuran bir çocuğa 

Serçelerle uyanıp puhu kuşlarıyla yatağa giren

Bir avuç sularda ay ışığına belikler ören

Gaz lambalarıyla duvarlara dünyalar çizen bir çocuğa…

 

 

Asfaltın bulantısını, denizlerin köpüklü uykularını

Kocaman bir cam kavanoza benzeyen şehirleri 

Işıkları, ışıklar içinde gölge masalı insanları 

Gürültü makinelerini, dünyadan öteye giden yolları

Yoksul evlerin eşiklerine düğümlü darağaçlarını

İnsanın insanı sevmesindeki mucizeyi

Korkunun, ölümün ilk harfi olduğunu

Dünyanın bütün türkülerinin bizi söylediğini

Acılarımızın başka acılarla güneşe çıktığını 

Yeryüzü sofrasının küçücük ellerimizde kurulduğunu…

Anlattım 

Öyle mi? ..

Ey sözün billuru

Sensin kalbimden dünyaya yürüyen hayranlık.

2014

Şükrü Erbaş 

Büyüme Masalı

 

 

Sonra ne oldu Burcu’ya? Burcu’nun kalbi titreşti. Ah o rezene yok mu elbette bu onun işiydi. Titreşen kalbine rezenenin kokusunu geri üfledi. Şimdi de gözleri doluyordu, biberdendir biberden dedi ve bir nefeste içine çekti minik su damlalarını, sonra ne olsa beğenirsiniz kulağı çınlamaya başladı, evet evet hatta biri de değil ikisi de – şarkıdandı muhtemelen çünkü o şarkı çalıyordu-, sesini kıstı Burcu o şarkı’nın… Şiire yeniden göz gezdirmeden hemen başka sayfalara geçecek oldu ki masada ne kadar not kağıdı, kalem, işte gerekli gereksiz ne varsa bir tıpırdayış tutturdular. Mercimektendir diye düşündü Burcu, midesindeki tatlı gurultu masayı bile canlandırmıştı. Sonra ne oldu? Sonra ne oldu hakikaten? Ben bilmiyorum, siz biliyor musunuz?

Homurdanma

Yazılacak bu sözcük bir masal olsaydı işte o yaşlı adamın sesi olurdu

Yaşlı, huysuz, geçimsiz, sevimsiz, serzeniş ustası, mağdur kafası, meymenetsiz, muşmula suratlı, kerkenez kanatlı, pespaye olur bütün yaşlılar. Tabii ki masallarda…

Masallarda uyanan yaşlı adam tüm gününü ele güne, eşe dosta, uçan kuşa, yerdeki gökteki tüm canlılara ve hatta eline gözüne değen tüm cansızlara laf saydırarak geçirir. O masal homurdanma hakkında olsaydı tüm dünyaya ve kendine düşman olmayı başarabilen bu adam olmalıydı kahramanı. Dünyanın tüm yazanları birleşse, masal anlatan her nene dede, çoluk çocuk kafa kafaya verse, ölmüşler dirilse doğmamışlar ötelerden seslense bile söz birliği edilirdi. Sağırların işittiği, yerin yedi kat derininin titrediği, kuyulardaki suyun kaçıştığı, otları solduran, keçileri kaçırtan bi homurtu… Alsan tutulmaz, işitsen kaçılmaz, bi dinlesen bi daha anlatılmaz bi masal olurdu.

KÖZLEME

Bugün öykü değil de şiir yazasım var. Hiiiç uzun satırlarla vakit kaybedesim yok! Gerçi ben kendimi bilmez miyim? İlahi ben! Son şiire oturduğumda ne uğraşmıştım, bir saat mi iki mi sürdü derken pencereden duvara düşen cevizin gölgesi yer değiştirmişti de öyle anlamıştım tam üç saati devirdiğimi. “közlenmiş gözler” yazmış noktayı da koymuştum oysa, ne gerek vardı hala daha oyalanmaya? Bırak-tı kalemi, bırak-tı gözlüğü, çık-tı sokağa laklağa hoşbeşe veya git-ti “özlüyorum” dediğine sarılmaya ama yoo ben bilmez miyim kendimi? İlahi ben!

koz köz göz govz ceviz iz zzzzzz

DOĞRU idi

… önceleri bastığım toprağa bakmadığım

…lastik ayakkabılarımın altında ezlen milyonlarca canlıdan bi haber olduğum

…kollarımın bir ileri bir geri salınışından çıkan rüzgarla gözden ırak yerde çıkan fırtınayı üstlenmediğim

…nazarımın kabarmasına ramak kalan ekmeği söndürdüğü

…kokularla yolculuklara sadece bedava oldukları için çıkışım

…umursamazın teki olduğum

 

Burç

Dünya gözüyle bir kez daha göresim var burçlarını o şehrin. Çocukken adını bilmediğim, gençken yasak olanın…

İleri gençliğimde bir cesaret yol almıştım doğuya başlangıçta Van’a hem de ‘olaylar’ yeniden başlamışken. Nasıl bıraktı hakkat babamla annem?

Van! Beni yasakları yıkmaya, bilmediğimi bilmeye davet eden içine denizi hapsetmiş olan… Ve ardından, kaderden mi kederden mi bilinmez bir kardeş giriverdi hayatıma, o da Muş’tan. Muş’a da giderim dedim gittim, gördüm yüzmek için can atan çocukların canını almayı seçen çayı, o çağlayan yeşil suyu. Sırası gelmişti asker uğurlamanın bu sefer Mardin’e, o sapsarı hüzün ovasına da düştü yolum. Sonra iş sonra güç derken Malatya, Maraş, Dersim, Batman, Siirt, Kars, Artvin. Hepsini ama en çok da Amed’i dünya gözüyle bir daha görmek isterim  şimdi sırla bir olmuş o özel şehri…

AYAK UCU

Baş ucu

Ayak ucu

Sanki sivriymiş gibi yatak…

“ayak ucumda otur anne”

“baş ucumda bekle baba”

Özellikle hastayken ne kıymetli olur o ayak ucu o baş ucu yatağın. Çok sıkılırdım şifayı kaptığım günlerde, bir de meret en az bir hafta sürer bazen iki haftayı bulurdu. İçim sıkım sıkım sıkılırdı, beni oyalayacak hiç birşey yoktu. Anneme seslenir, ablamı çağırır, babama sızlanırdım. Gelsinlerdi ve ızdıraplı can sıkıntımdan kurtarsınlardı beni. Kimi zaman yazdı kimi zaman kış ama ateş hep vardı; sirkeli bez, aspirinin mucizevi limonla birleşmesinden gelen pütürlü serin şifa, tavuk suyuna şehriye çorba da … İçimin ağrısı hiçbir şey yapmaya görmeye, işitmeye ve hatta düşünmeye izin vermezken yatağımın baş ucunda bi can, ayak ucunda bir canan olsun isterdim. İsterdim benle bir sıkılsın, ızdırap çeksin, yarenlik etsin.

Babamın kendi sıkıntısı vardı;duramazdı ben hastalandığımda, offlar pofflar gırla gider, üstlenirdi benim derdimi ama o derdin bir parçasını yatağıma bırakmayı ihmal etmezdi. Annem ise bütününü sırtlanır götürür görünürdü, bir dahaki şifayı kapma günümde bana pişmanlık olarak geri dönerlerdi.

ilk yazı (recordmag)

İlkyazı

Ne kadar farklı geliyor daha doğmamış bir gazeteye bir ‘ilkyazı’ yazıyor olmak. İki yıldan, yani kent yaşantısını bırakmaya karar verdiğimden beri internet günlüğümde yazıyorum; yaşantımla ilgili düşünme pratiği yapmak için, hafızama kazıyamadığım şeyleri kaybetmemek için, beni tanıyan ya da tanımayanları kendimden haberdar etmek ve belki bazılarına ilham vermek için ama en çok da ‘yarın’ geri dönüp kendime bakabilmem için.

Peki, şimdi değişen ne ki, neden farklı geliyor yazma heyecanı? Aslında hemen hemen hiç fark yok; bu yazıyı okumuş dünyalılarla –birlikte ya da ayrı- düşünme pratiği yapabilir, çevrede olan bitenlerle ilgili gazetede bir arşiv oluşturabilir, benim gibi yaşantısının yönünü değiştiren/değiştirmek isteyen insanlarla sohbetler edebilirim. Yine çok tat alacağım yemek pişirirmiş gibi yazdığım şeylerden. Hım, sanırım fark, bu yemeğin kolektif bir enerjiyle pişecek olmasında, yanı başımdaki diğer aşçılarla birlikte hazırlanacak olmasında olabilir.

Ekoloji başlığı altında yazacağım belli belirsiz bir süre. Ekoloji! ‘selpak’ gibi bir kavram olmuş gibi geliyor. Sizlerde nasıl bir tınısı var acaba? Ekoloji de ekonomi gibi, o da ‘evimiz’ ile ilgili. Aslında biraz daha geniş bir mekânı yaşadığımız, bizi saran çevreyi ev olarak alan bir kavram. Adındaki malum ek sebebiyle aslında bir bilim dalı ekoloji; hayvanları, bitkileri, havayı, suyu, toprağı, ekosistemleri ve bu sistemlerdeki toplulukları inceliyor. Ben burada akademik bir çerçeve sunmak veya çevre sorunlarıyla ilgili atıp tutmaktan ziyade, kendimiz ve ait olduğumuz evimizle ilgili birlikte düşünme pratiği yapmak istiyorum.

Yaşadığımız çevreye, havaya, suya, toprağa, kendimizin ve toplumumuzun o çevreyle kurduğu ilişkilere, devletin ve diğer bütün kurumların politikalarına, kenttekilere, kırsalda yaşayanlara bakmamız, ilişkileri sorgulamamız, bilgi üretmemiz için yeterli sanki. Bunları yazmamız, konuşmamız, tartışmamız, bir araya gelmemiz, kendi doğamızı keşfetmemiz içinse güzel bir zemin olabilir recordmag.

Eh harika, o zaman tanışalım mı?

Merhaba Dünyalı kardeşim,

Ben Burcu. Otuz yaşındayım. İstanbul’da doğup büyüdüm. Doğup büyüdüğüm semtte ‘yaşa(ya)madım’. Yaşamayı beceremediğim için bundan bir yıl önce hem semti hem de şehri bıraktım. Dolayısıyla işimi, ailemi, arkadaşlarımı… Eğitim hayatından mı yoksa içten gelen bir meraktan mıdır bilemem zaten uzun zamandır bir ayağım Anadolu’da ve köylerdeydi. İki yıl önce ziyaret ettiğim köylerden birine bir süreliğine yerleşmeye karar verdim. Evim belleyip ekolojik tarımla uğraşan bu çiftlikte kaldım, dostlar edindim, bir sürü, bir sürü yeni şey öğrendim. Sonra Bohçamda Anadolu’yla üç ay boyunca köy köy, şehir şehir dolaştım; hiç gitmediğim coğrafyalardaki insanların yaşam öykülerini dinledim. Ağustos’un başında da döndüm… Nereye mi? Hiç bir yere ama aynı zamanda da her bir yere… Bakalım bundan sonra neler olacak?

Şehri bırakmadan önce de aklım hep yarındaydı; ne olacak, nasıl olacak sorularıyla meşguldüm. Meğer içinde olduğum güne ve hatta an’a odaklanmak ise zaten yarınla ilgili bir çok soruyu kendiliğinden cevaplıyormuş.

Şimdi, birlikte günlük hayatta daha önce üstünde pek durmadığımız ya da sıklıkla unuttuğumuz şeylere yöneltelim mi dikkatimizi?

Şu anda bu yazıyı okuduğun yere mesela?

Soluk alıp verdiğin mekâna?

Neredesin?

Bastığın zemin ne renk, nasıl bir maddeden yapılmış?

Varsa ayakkabıların, yine de hissedebilir misin yerin dokusunu?

Hangi mevsimdeyiz? Peki ortam soğuk mu? Serin ya da ılık mı?

Neler giymişsin üzerine dünyalı kardeşim? Etiketine bakmak ister misin giysilerinin? Hani şu % bilmemkaç koton, % bilmemkaç polyester yazan etiketlere… Tenine değen şeyler sana ne hissettiriyor?

Bir masada mı oturuyorsun? Kimi zaman ayaklarını dinlendirmek için üzerine dayadığın bir çöp kutun var mı o masanın altında? Ne var o kutunun içinde, en son ne atmışsın çöp diye? Yediğin bir şeyin ambalajı olabilir mi?

Sahi ne yedin bugün? Sabah? Öğlen? Akşam? Ne yedin?

Nasılsın?

Yok yok, gerçekten nasılsın?

Güneşin varlığı benim bu soruya vereceğim yanıtı çok etkiler. Güneş varsa işler değişir…

Güneş var mı bulunduğun yerde? Varsa kesin bir pencere de vardır! Yaşasın!

Bir bak bakalım dışarıya… Gözüne çarpan ilk rengi kaydet şimdi dünyalı!

Ben de baktım penceremden, benim rengim yeşil! Hem de yeşilin bin bir tonu…

Doğanın, doğurganlığın, hayatın rengi! Huzurun, iyiliğin, öz saygının sembolü yeşil!

Dengenin, uyumun, büyümenin, canlılığın rengi…

Yeşil! Şifanın rengi…

güneşyoksaışıkyokışıkyoksarenkyokrenkyoksayeşildeyok

Gerçi bazen gözünü kapatman da bir rengi görmen için yeterli.

Hayal edersen, umut edersen görürsün istediğini!

umutvarsaışıkışıkvarsadarenklervar

Umutsuzluk ve karamsarlık ile geçiyor “otuzöncesiyıllarım”. Hayal kurmayı başardığımda, kendimde inandığımda, içinde bulunduğum penceresiz duvara bir delik açıyorum, kendi kendimi o delikten sızan ışıkla tatmin etmeye başlıyorum. Tam da kendimi buna alıştırmış, elimdeki ışıkla yetinebilecek bir noktaya gelmişken, otuzuncu yaşıma girdiğimde yani 2013’ün Mayıs’ında Gezi gelip yıkıyor oda(m)daki duvarı. Işıkla dolduruyor… Şimdi odada bir renk cümbüşü, bir sürü de insan! Hoş geldin umut ve ışık, hoş geldin dünyamıza!

evi sırtında olmak

Evi sırtında olmak

“…Verilen bir söz, seçilen bir yöndü, kendi kendine seçenekleri kısıtlama anlamına geliyordu… Eğer hiçbir yön seçilmezse, eğer insan hiçbir yere gitmezse, hiçbir değişme olmaz. İnsanın seçme ve değişme özgürlüğü kullanılmamış olur, tıpkı insan kendi yaptığı bir hapishanede, içinde hiçbir yolun diğerinden daha iyi olmadığı bir labirentteymiş gibi…”*

İhtiyacım olan tek şey bir tencere, iki tahta kaşık, bir tek keskin bıçak, bir sürü saksı ve çiçek. Bir sürü tohum, bir ayna, birkaç sandalye, bir defter, kalem, rahat ettiğim bir elbise, mürver kremi, rahat bir ayakkabı, yüzüklerim, bir tava, koca bir ağaç, çevresinde bir gölet, ihtiyacım olan bir pencere, bir uyku tulumu, kocaman upuzun bir ahşap masa. Bir tarla altın rengi kimi zaman bakır olan, bir kurbağa ve bir çekirge ve mutlaka bir ağustos böceği… İhtiyacım olan tek şey bir soba, biraz kozalak arkadaşlarla toplanmış, bir halı annemden de önce dokunmuş, kışın ortasında en zor zamanda gelen bir çift el örmesi yün çorap, bir meyve ağacı; incir, ceviz, kestane, kiraz, muşmula, mandalina… İhtiyacım olan tek şey bir yer döşeği ve bir tek yastık ile bir atlas yorgan. İhtiyacım olan şey bir matara ve akan bir çeşme, iki tek çamaşır, diş fırçası, bir sürü kitap ve bir şapka. İhtiyacım olan yanımdan ayırmayacağım homeopatik ilk yardım çantam ve kuvvetli kış güneşi. Bir hamak erik ve dutun arasına kurulmuş, bir dere özgür ve sobayı yakmak için hiç sönmeyecek bir ateş kaynağı…

Mekânın, zamanın ve insanların üzerimdeki müthiş etkisini, hatta ve hatta yaşamımın belirleyicileri haline geldiklerini fark ettiğimde bir seçim yapmam gerektiğini anladım. Başka mekânların ve en çok da doğanın belirleyiciliğinin etkili olmasını tercih ediyordum artık. İçine doğup büyüdüğüm, her santimetrekaresini, tozunun kokusunu, güneşinin açısını, içerideki ve dışarıdaki seslerini ezbere bildiğim, güvenli evimi bıraktım. Evi, sırtıma almayı seçtim. Evi sırtında olmak sadece kısıtlı eşya ile yol almak değil tabii… O çantanın ne kadar geniş olabileceğini keşfetmek; bir sürü insanı, hikayeyi, tonla bilgiyi, öğretiyi ve yepyeni hayalleri taşıyabilecek bir yol arkadaşı olduğunu kavramak.

Bütün geçmişi, birikimleri, duygusal ve fiziksel kusurlarımı da sırtındaki evde taşıdığını bilmek. Eğer ki özgürleşmeden anladığım bunları evin içindeki bir sandığa kilitleyerek ardımda bırakmak olsaydı yolculuğum beni zincirlerdi. Şu anda çok müthiş bir özgürlük ‘yol olmak’. Zaten her yer benim evimdir düsturuyla çıkmış idim şehirden; bunu çok içimden hissederek yola dökülmüş, üretebildiğim, öğrenebildiğim, beni misafir eden her ev belli bir süre sonra beni oranın organik bir parçası olarak kabul ettiğinde beraberinde o müthiş minnet duygusu da gelmişti. Bunu hissetmek çok güzel ve fakat esas olan ve hiçbir koşulda değişmeyecek, en güvenli evin doğa olduğunu hatırlatmama gerek var mı?

Her nereye gitmeyi seçersek seçelim, oradaki zaman diliminde bizi kucaklayacak, gözlenmeyi ve anlaşılmayı bekleyen inanılmaz çeşitlilikte bir flora ve fauna olduğunu bilmek insanın ihtiyacı olan asgari güven hissi için de yeterli galiba.

“Eğer bir şeyi bütün olarak görebilirsen hep güzelmiş gibi görünür.

…Ama yakından bakıldığında bir dünya yalnızca toz ve kayadan oluşur.

Günden güne yaşam daha da zorlaşır, yorulursun, ritmi kaçırırsın.

Uzaklığı ararsın- ara vermeyi.

Dünyanın ne kadar güzel olduğunu görmenin yolu, onu AY gibi görmekten geçiyor.

Yaşamın ne güzel olduğunu görmenin yolu ölümün bakış açısından bakmaktan geçiyor.”**

Esneme Alanı

Kişiye özel bir öğrenme alanı esneme alanı. Hepimizin rahat ettiğimiz, çok iyi tanıdığımız, güvenli bir konfor alanı var ve bir de bize değişimi ve güvenli alanı genişletme imkânı tanıyan bir esneme alanımız.

Bu alanda sayısız olasılık var, en basiti daha önce hiç yapmadığımız şeyler… Meyve yemek için ağaca tırmanmak gibi…

Konfor alanı öyle bir kere çıktınız mı geri dönemeyeceğiniz bir yer değil. Üstelik hayatımız tek bir düzlemde de ilerlemiyor ki… Bir konuyla ilgili esnerken bir diğerinde konfor alanımızda ense yapıyor olabiliriz.

Bu alanı istediğimiz alanlarda kullanabiliriz, daha az zararlı bir canlı varlık olabilmek için mesela. Ekolojik mevzularda değiştirebileceğim, kendimi esnetebileceğim bir alan bulduysam onu yapabilir miyim yapamaz mıyım, bir parçacık daha az zararlı bir canlı olabilmek için neyi sürdürülebilir kılabilirim? Bunları kendime hatırlatmaya çalışıyorum.

Biraz basite indirgiyorum konfor alanını; yani otobüs konforlu, yürüyüş esnetici mesela. Ve taksi konforlu ama otobüs ona göre biraz daha esnetici değil mi? Otobüs konforlu ama otostop oldukça esnetici mesela…

Bu düşünce dizgisinde esneme riski hatırlatıyor hemen; risk yoksa yeni ilişkiler yok, ilişki yoksa hikâye yok, hikâye yoksa hayat biraz eksik sanki dünyalı kardeşim.

Evimiz çevremiz, çevremiz de evimiz ya ona kulak vermenin müthiş önemli olduğunu anladım. Hem fizikî dünyaya hem de birbirimize bağlanmak için.

Dinlemek, seslerden anlam çıkartmak, aslında bir zihinsel süreç gerektiriyor, o seslere anlam yüklemek için işitmek yetmiyor. Beynimiz bizim bilincinde olmadığımız bir teknik uygulayarak sesleri filtreliyor; kültüre, dile, değerlerimize, inançlarımıza, alışkanlıklarımıza, beklentilerimize ve eğilimlerimize duyarlı bir filtre… Ses uzmanı Julian Treasure, böylece seslerin ve duymanın bizi mekâna ve zamana yerleştirdiğini adeta bağladığını söylüyor.

“Ses verme niteliği zaman ve anlamdır ve dinlemede niyet çok önemlidir.”

Dinlemeyle ilgili TED’deki sunumu şöyle başlıyordu:

“Dinleme becerimizi kaybediyoruz.”

Aylar önce izlediğimde bu sunumdan ve bu cümleden çok etkilenmiştim çünkü sadece insanlarla olan iletişimde değil doğayla olan iletişimde de işitmeyle ilgili ciddi kayıplar yaşadığımı fark ettim.

Yazma, video, ses kaydı teknolojileri ise becerilerimizi köreltiyor mu diye düşünüyorum…

Ve bu duruma çok sıkılıyorum kendi namıma. Üniversitede okurken yani bundan 10-11 sene önce hiç böyle sıkıntılar yoktu sanki. Bu kadar online gazete, kişisel blog, facebook ve takip edilmesi gereken onlarca site yoktu. Tamam, bir sürü şeyden mahrumduk(?)belki de ama bu kadar kaygılı da değildik. Şimdi gerçekten neyin yararlı olduğunu bilmeden bir şeylere bakarak ve okumaya çalışarak saatlerimi geçiriyorum ve bu bana hiç de iyi gelmiyor. Gözlerim görmek için çaba sarf ediyor; faydalı ve bana gerekli olanı bulmak için uğraşırken eminim bir çok detayı kaçırıyor ve aslında bir süre sonra on beş, yirmi dakikadır hiçbir şey görmediğini sadece baktığını fark ediyor. Ancak doğadayken ve sokaktayken öyle olmuyor işte. Orada gerçek bir bakma yani görme niyetiyle bakma var. Bazen bir arayış bazen de sadece bir fark ediş… Bir sonraki egzersizim de görme üzerine olsa!

Bilinçli dinleme, bilinçli bakma… Hepsi etrafta olan bitene farklı bir pozisyon almamızı gerektiriyor. Şimdi neye istersek ona yöneltelim dikkatimizi ama esneyerek, bilinçle…

*/** URSULA K.LEGUIN  ”Mülksüzler”

Başka türlü bir şey benim istediğim

“Bir sonraki Buda, bir insan suretinde gelmeyecek. Bir sonraki Buda, bir topluluğun şeklini alabilir; karşılıklı anlayışı, nezaketi ve sevgiyi, farkındalıklı yaşamayı deneyimleyebilen bir topluluğun şeklini… Bu, dünyanın ayakta kalabilmesi için en mühim şey olabilir.”

Thich Nhat Hanh

Lise yıllarımdan beri, yaşadığım mahallede bir şey eksikti ama ne? Ev-okul-ev trafiğimde de olup bitenlere yabancı gibiydim, müdahale etmiyor sadece izliyordum. Hiç bir ortama tam olarak ait hissedemiyordum; öte yandan bir çok insanın benim okuduğum ve yaşadığım ortamı gözü kapalı kabul edeceğinin de farkında olup şükretmem tembihleniyordu, ben de şükrediyordum. Üniversitedeyken haksızlıkları, adaletsizlikleri, sömürüyü, doğanın katledilişini, insan yaşamının tek tipleştirilmesini, kraldan çok kralcılığı daha net görür oldum. Eğitimin ezberle, sağlığın ilaç tabletleriyle, medeniyetin de zenginleşmeyle özdeşleştiğini, herkesin ‘bizden’ olması gerektiğini; ‘bizim kuşun’, ‘bizim ağacın’, ‘bizim sobanın’, ‘bizim ayakkabının’, ‘bizim mutfağın’ ötekilerinkinden daha üstün ve makbul (!) olduğunu dehşete kapılarak gördüm. Ve tüm bunların neyse ki evrensel birer yanılsama olduğunu da… Kafam iyice karışmış, nereye ait olduğumu bulamamış, adalet mefhumundan giderek uzaklaşan bu dünya düzeninin bir parçası olduğum için suçluluk ve utanç duymaktan da sıyrılamamıştım.

Her neyden rahatsızsam, onu değiştirmek için kafa patlatmak yerine hayıflanıp durmuş, suçluluk duygumu katmerleyerek yıllar sürecek bir kısır döngü içine girmiştim; yargılayan, eleştiren, hiç beğenmeyen, hep kötüleyen, burun kıvıran, eleştirilmekten ve yargılanmaktan korkan, konuş(a)mayan, hep susan biri oluvermiştim. Ne oldu bilmiyorum ama farkettim! Bu şekilde ne yaşadığım yeri, ne birlikte olduğum insanları ne de kendimi kabullenebilirdim. Kabulleniş olmadan da arzu ettiğim gerçek hayatı kurgulayamazdım.

Benim, yaşadığım dünyayla barışmam gerekiyor!

Bu farkedişle birlikte hayal ettiğim geleceğin, ancak ve ancak bugünde kurulabileceğini kendime sık sık hatırlatır oldum. Bugünde düşlediklerim, konuştuklarım, bugünde yaptıklarım ve paylaştıklarım benim yolum… Bu yolun sürdürülebilirliğinin ise ancak o yolu birlikte yürümek isteyen insanlarla yaşarsam mümkün olacağını idrak ettim.

Uzun lafın kısasını Can Yücel zaten söylemiş:

“Başka türlü bir şey benim istediğim
Burası gibi değil gideceğim memleket
Denizi ayrı deniz, havası ayrı hava
…Ve bir yeni ömür vardığım
Çimen yeşilliğince…”

Peki, sadece ben miyim bu dertten muzdarip, başka bir toplum düzeni, başka bir yaşam şekli hayalindeki? Peki bu erişilemeyecek, gerçek olamayacak bir hayal mi?

Geleceğin yaşam şekli doğaya uyumlanabilen topluluklar içinde olamaz mı?

Örneğin doğaya uyumlanmaya niyetlenen bu topluluk bir nevi geniş aile modelini temsil edebilir. Ancak bu aile ne ilksel toplulukların genelinde gördüğümüz, ne de hali hazırda içinde bulunduğumuz sistemin tanımladığı kan bağıyla kurulan bir aile… Yeni, yepyeni, bolo’bolo’daki gibi ortak değerler ve ortak yaşam tarzlarının etrafında kurulan, kan bağından öte ilişkilerin belirleyici olduğu bir aile modelinden söz ediyorum. Birbirine sevgi ile bağlı, herkesin herkesten sorumlu olduğu, benim değil hepimizin diyen, birbirine güvenen, herkesin –insan dışı canlıların da- kendi gibi olmakta özgür olduğu, aşk dolu kocaman bir aile…

‘Hep tatil, hiç tatil’* olsun geleceğin yaşam biçimi. Çalışma, dinlenme, üretim ve tüketim, tatil, hafta sonu gibi ayrımlar, anlamsız ve verimsiz olsun orada. Yaşamak için üretmek, barınmak için çalışmak gereksin. Kimi zaman oldukça zor ama hep keyifli, yani gerçek bir yaşam olsun. Tam da olması gerektiği gibi, hayal ettiğim gibi: Gerçek!

Güneşle uyanmak, hızlanmak ve güneşin çekilmesiyle yavaşlamak ve uyumak mesela istediğim… Diğer canlıların ve yaşamı paylaştığım insanların ritmini gözlemek ve bu sırada kendi ritmimi yakalamak. Dinlemek, anlatmak, okumak, öğrenmek, denemek, yanılmak, korkmak, cesaret kazanmak, sormak, kazmak, kesmek, yolmak, susmak, pişirmek, yazmak, mayalamak, sabretmek, gözlemek, kaçmak, gülmek, izlemek, üşümek, sorgulamak, ümitsizliğe kapılmak, öfkelenmek, tembelleşmek, konuşmak, yazamamak, üşümek, yalnız kalmak istemek, yalnız olmak istememek, ıslanmak, yol beklemek, dertleşmek, özlemek…

Hepsi olsun.

Kendi kendine yetebilen, üreten, takas eden; gelir getirecek işlerin topluluğun etik değerlerine sadık olduğu.

Herkesin, kendini herkesle eşit hissettiği, tüm renklerin ve seslerin var olabildiği…

Yaşamdaki sınırların sorgulandığı, özgür düşüncenin onaylandığı, hiç bir duygunun örselenmediği, yeri geldiğinde korkuların ve iç çatışmaların da anlam ve değer bulduğu…

İletişim becerilerinin gelişmesine önem verildiği, gerçek barış anlayışının peşinde…

Kuşaklar arası iletişimin yeniden tesis edildiği, yaşama dair kadim bilgilerin, öykü ve masalların kıymet kazandığı, hiç bir bilginin kimsenin tekelinde olmadığı, özgürce paylaşıldığı bir hayat…

Gelip geçici bir macera değil, hayal ettiğimiz o dünyada barış içinde, hakikî yaşamın peşinde olan dostlarla birlikte yaşamak benim istediğim.

Hemen, şimdi!

Dipnotlar

* Sevgili Durukan Dudu’nun Yeşil Gazete’deki röportajında kullandığı, benim de çok severek kullandığım ifade.

**Beni, tüm bunları düşünmeye, hissetmeye iten hayatımdaki tüm tecrübelere, yaşamıma girip çıkmış, bana dokunmuş, ilham vermiş her insana, okuduğum her kitaba, kulağıma çalınan bütün sohbetlere, birlikte kafa yorduğum, hayatı birlikte deneyimlediğim, yolculuğumda bana eşlik eden herkese şükran doluyum. Birlikte düşlemeye devam!

Ursula yüzünden bir süre başka bir kitap okuyamacağım

Kitaplar arasında ne kadar da hızlı geçişler yapıyorum(z). Oysa hiç iyi değil, belki de mümkün değil.

Bir kişiden bir başka kişiye geçmek ne kadar kolaydır hayatta? Bir gün biriyle çok yakın bir bağ kurup onun etkisinden çıkıp ertesi gün bir başkasıyla birlikte başka bir derinliğe dalınabilir mi?  İnsan ruhu bu kadar becerikli mi ki? Bilemedim… Mümkün olduğunu biliyorum ama zor ve iki kişinin(kitabın) de anlamını yitirme tehlikesi mevcut. Yani faydacı bir bakış açısıyla ikisinden de alınabilecek maksimum faydayı alamayabilir bünye, maksimum hazzı, doyumu.

Şimdi Mülksüzler’i bitirdim. 2008’den beri iki kez başlayıp hemen hemen aynı sayfalarda, yarıda bırakmıştım. Neden bilmiyorum bu kadar güzel bir romana giremeyişim. Ve fakat niyet ettim Ursula Ablamız’ın Mülksüzler’ini bitirmeye bu sefer. Hem öncesinde okuduklarım hem de sonrasında okuyacaklarım onu destekleyecekti. Okuduklarım yüzünden bir daldan öbür dala konmayacaktım. Hem zaten aylardır kitap da okuyamıyordum ki yolculuk yapmaktan. Yolculuk sonrası ilk elime aldığım okuma listemde durup duran Thomas More’un UTOPYA’sıydı. Eşzamanlı ve üçüncü kez Bolo Bolo da okundu. Eh Mülksüzler için iyi bir altyapı. Şimdi ise hiçbir şey okumasam biraz bunun içinde kalsam diyorum.

Ben kitaplar üstüne çok not alan biriyim. Orasına burasına aklıma geleni yazarım ama genelde şöyle bir tekniğim var. Çok önemli gördüğüm şeyleri, beni okuduğum anda çarpan kısımları mutlaka küçük bir işaretle belirtirim. Bu belirteç bir nokta, ve paragrafın yanında diklemesine bir çizgi olabilir. Nadiren o satırın altını çizerim. Nadiren yıldız koyarım. İnanılmaz etkilendiysem kocaman bir daire içine alırım o paragrafı… Sonra da bunları -hepsini değil ama- ön kapak içine not alırım sayfa numaralarıyla birlikte. Ne mi olur en sonunda? Hayalim şu; bir gün ben de büyük bir kitap yazacağım ve tıpkı tez yazdığım dönemde makalelere yaptığım gibi  okuduğum onca kitabı bir araya getirip tek tek iç kapaklarını sömüreceğim. Belki hiç gelmeyecek o gün, belki de bütün o etkilendiğim kitapları çoktan sevdiklerime dağıtmış olacağım ve mülkiyet hakkım da yitip gitmiş olacak. Etkilenmeleri bir başkasına devredeceğim… Belki notlarım iyi gelecek o kişilere, belki de hiç hoşlanmayacaklar orayı burayı noktalamış olmamdan bilemiyorum.

Ne demiş Ursula Hanımcığım sayfa 165’te:

 

“Eğer bir şeyi bütün olarak görebilirsen hep güzelmiş gibi görünür.

…Ama yakından bakıldığında bir dünya yalnızca toz ve kayadan oluşur.

Günden güne yaşam daha da zorlaşır, yorulursun, ritmi kaçırırsın.

Uzaklığı ararsın- ara vermeyi.

Dünyanın ne kadar güzel olduğunu görmenin yolu, onu AY gibi görmekten geçiyor.

Yaşamın ne güzel olduğunu görmenin yolu ölümün bakış açısından bakmaktan geçiyor. ”

Balık-Şeker-Otobüs-Yalnızlık

ETI BALIK KRAKER 160 GR.-500x500

Ah benim şu meşhur FSM otobüslerini bekleme hallerim…

Bu otobüs değişik otobüstür. İnatlaşır benimle. Nasıl mı? Şöyle:559R ve 58N ben onları yalnız başıma bekliyorsam en az 15 dk süreyle bekletirler. Mutlaka adım farklıyla kaçırmış olurum eve giden otobüsü ve hayıflanır dururum; şurada beklemeseydim, o bir bardak suyu içmeseydim, şu kıza selam vermeseydim, yürüyerek değil de koşarak inseydim yetişecektim İŞTE! Üf! … Hee ne zaman ki yanımda bir arkadaşım olur ve aheste aheste durağa gideriz, hiç de beklediğim yoktur eve giden otobüsü, acelem yoktur o gün ya da başka bir yere gidiyorumdur hiç aksatmaz otobüsüm hemmencecik bitiverir önümde. İşte böyle

Yıllardır sürüp giden bekleyişlerde ve eve giden yolculuklarda bu saydıklarım dışında ilginç bir hadiseyle karşılaşmadım. Etiler’de doğup büyüdüm ama hiç yaşa(ya)madım bu mahallede. Yaşamayı da istemedim. O yüzden de bağ kurmam için karşıma hiçbir sürpriz çıkmadı işte.

Düne kadar!

58 N’ye biner binmez en öndeki amca bana yanına gelmemi işaret etti. Yanındaki boş yere buyur etti. Hiç adetim olmamakla birlikte en öndeki o boş yere geçtim -sevmem ki önde oturmayı-. Amca, elimdeki paketi aldı ve kendisi taşımaya başladı. Biraz büyükçe bir torbaydı (komşumuzun oğluna kırtasiyeden resim çantası almıştım) ama taşınmayacak bir şey de değildi.  Ben rahatsız olmasın diye ona engel olmaya çalıştım, başını güzel güzel  ‘Ben rahatım, bir şey olmaz sen rahat ol’ dercesine salladı, bir kaç mırıldandı. Anlayamadım. Gülümsedim ona. Sonra çok geçmeden sağ cebine elini attı ve bir paket Eti Balık Kraker çıkartıp kucağıma bıraktı.

-Bu arada Eti’nin badem ve balık krakerini çok beğenirim-. “Ye bunu, bu çok lezzetlidir” dedi. Gülümsedim yine…Bir de burnum sızladı. “Çok severim bunu, teşekkür ederim amca” diyebildim. Bir kaç dakika geçmeden amca sağ elini cebine attı yine ve 5-6 tane şeker çıkarttı. Onları da tatlı tatlı kucağıma koydu. Bakışları ise tam karşıdaydı, yolu izliyor ve küçük kabahatli bir çocuk gibi, usul usul yapıyordu bu işi… Şekerleri bıraktı ya kucağıma içi rahatladı resmen. Birşeyler mırıldandı, kafasını salladı, bir mimikler bakışlar filan hiç birini tam anlayamadım.

Biraz değişik sanki az deli gibiydi bu yaşlı amca.

Ve ben de artık duramadım bozdum o büyülü anı.

Sordum: “nerde yaşıyorsun?”

Küçük Armutlu’da hani şu Etiler ile arasında bir köprü olan mahalle. O köprü, iki tepeyi birbirine bağlamayan bir çok hayatı da birbirinden ayıran köprü…
Sivaslıymış amca
Alevi’ymiş
“Çok yalnızım kızım ben” dedi…
“Bugün nereye gittin amca nereden geliyorsun bu saatte?” dedim
“Gezdim kızım” dedi.
Otobüsle gezmiş bütün gün.
Sabah çıkmış, bir kaç otobüs değiştirmiş. Eve gelmiş. Sonra tekrar çıkıp iki kere daha Kabataş’a gitmiş.
“Vakit geçmiyor ki kızım” dedi.
“Geceleri uyanıyorum sonra…” dedi
“Uyku tutmuyor gece uyanınca da, üç oluyor beş oluyor yalnız olunca” dedi…

Çok güzel baktım gözlerine… Mideme bir taş oturdu. Tam o sırada ineceğim durakta durdu otobüs, kapı açıldı.

“Hoşçakal Amca” dedim , indim otobüsten.

Ve Sanatçılar Parkı’ndaki foruma gittim doğruca.
Çantamı bırakıp mikrofonu aldım hemen, elimdeki kraker ve şekerlerin hikayesini anlattım.

Böylece otuz kadar forum katılımcısı balıklandık ve şekerlendik dün gece…

 

Gidiyorum ben sevgili küçük zihnim ve koca yüreğimle

Özlem korkusu (ve ondan da çok unutulma korkusu) burnumun içine girip orada bir takım yerlere dokunuyor, sonra göz pınarlarıma doğru şiddetli bir sızı biçiminde ulaşıyor . Gıdıklanmayla hafif sinüzit ağrısı arası bir yerde tıkanıyorum. Haydi derin bir nefess aall ver! Heh geçti…

Son bir kaç gündür bu gitme hali burnumu sızlatmakla da kalmıyor sanki büyüyor büyüyor boyumu aşıyor ve üzerime çullanıyor. O bastıkça boydan kısalıyorum. İçinde olduğum alıştığım/madığım dünyada cüceleşiyorum. Herşey uzanamayacağım kadar yüksek kaldıramayacağım kadar ağır artık. Bir daha dokunamayacağım onlara yok daha doğrusu dokunsam da hissetmezler, bağırsam duymazlar ve ne kadar süslensem de beni göremezler.

Zihin seni

hain !

Yürek seni

İşte böyle oyuna geliyorum sevgili küçük zihnim ile koca yüreğimin oyununa-.

Neyse ya nasıl olsa yeni bir oyun kurulacak çünkü

gidecek ben buralardan.

 

*

Seni ararken kendimi kaybetmekten yoruldum, bulduğumu zannettiğimde kendimden ayrı düştüm. Bu garip bir veda olacak çünkü aslında hep içimdesin.Ne kadar uzağa gitsem de
gittiğim her yerde benimlesin.

Söylenecek söz yok
Gidiyorum ben

Bir kısrak gibi gelmişim dünyaya, şahlanıp koşmak içimde var.Biraz su, biraz yeşillik, her yer benim evimdir. Taşırım dünyayı sırtımda, her dil benim dilimdir

Ama söylenecek söz yok
Gidiyorum ben

Hoşçakal…
{Ş.F.}

*

Tamamlandım gidebilirim

 

… zaman duruyor.

Zamanın durması demek benedimin ruhumla buluşması ve o bulunduğum an’ın sonsuzlaşarak derinleşmesi demek olabilir.

Bir anlamda alıştığım gerçekliğin ortadan kalkması yani bu dünyanın bildiğim zaman  kurallarının artık işlememesi…

Başladı işte ! İç çekişlerim(iz) derinleşiyor başka bir boyutu ziyaret ediyoruz birlikte.

ben ben değilim

o  artık   o   değil 

zira

biz olduk biz

şimdiler uzarken

*

O kadar

şans -lı

can -lı

yım ki

O kadar !

Tam “işte şimdi başladı o an…” dediğimde elle tutulur gözle görülür bir hâl alıyor deneyimim. İzlerlik kazanıyor !

Bütün hayallerimin gerçekleştiği ve sonsuzlukta eridiği zaman başlıyor sanki. Belki de anne karnındaki huzura (varsa/vardıysa), tamamlanıp bildiğimiz dünya boyutunun dışına gittiğimizdeki huzura (varsa/olacaksa) eş bir duygu. Güzel yanı istediğimde, geri dönüp hatırlamaya çalıştığımda neye benzeyeceğini biliyorum. Gerçi buna da gerek yok çünkü ben’ ben’ olmak zorunda olmadığım, o da ‘o’ olmak zorunda olmadığında çabasız sadece var olup beden ve ruhlarımızı buluşturduğumuzda gelecek ve bizim olacak o huzur.

*

Keyif sesleri yükseliyor (tüm hücrelerimden)

Renkler ve ışıklar oynaşıyor (görülmeyen tüm bedenlerimde)

Hepsi tek bir seste titreşiyor (Mmmmmm)

Biraz

daha

haydi

Biraz daha… 

*

 

 

Gurbete, Tükenmeye Kaçacağım…Kopup yalnızlığımdan

Her duyduğumda 
bir 
iç 
bir iç daha
çekeceğim bir şarkıyı paylaşmak istedim.
Belki zamanla başkaları da eklenir…
Gurbete kaçacağım
O lacivert ülkeye

O üzünç denizine
Uzayan iskeleye

Ansızın zamansızın
Neler kalır geriye

Gurbete kaçacağım
O kimsesiz ülkeye

O geri donülmeze
Bağlanan ilk koprüye

Umarsız durmaksızın
Acılar tüketmeye

Gurbete çıkacağım
O duvaksız tepeye

O yolunda gözyaşı
Çeşmesi kuru köye

Kopup yalnızlığımdan
Kopup sonsuzluğumdan

Gurbete kaçacağım
Gurbete tükenmeye

Ada’da zevki paylaşmak

damağımda bir zevk

bir

mmmmmm

titreşiyor.

Karşı yakaya – İstanbul’a- yolluyorum onu

martılar kapıp havada

dönenip

atıveriyorlar tabağıma

gerisin geri

alıp dört ayak üstüne düşenlere atıyorum

salınarak

bırakıveriyorlar kucağıma

ufalayıp kuşlara fırlatıyorum

mmmımı

gagalarından tükürüyorlar omzuma

alıp yerine koyuyorum

ağzımın içine yani

kalıyor orada

mmmmm

Olduğum gibi/çemberofobi

İçimdekilerle dışımdakiler birbirini tamamlayamıyor yani öğrendiklerim ile öğretilenler bir sentez yaratamıyor: içimdekilerle dışımdakiler birer eğreti yansımadan ibaret…

O yüzden hiç felsefe yapamayacağım.  Yine böyle biçemsiz geldiği gibi yazacağım.

Öğretilmiş öğretilerden ırak kendiliğime yakın…

Ait ol(A)mamak gibi bir durumum var(dı).

Benliğimi sarmalayan bir durum.

Hiç bir

-şeye

-yere

-kimseye

-duyguya

ait o la ma mak !

Bunu da düpedüz dert ‘edinmişim’ kendime.

Diyememişim ki

“Daha iyi ya!  Ait olmak zorunda değilsin hiçbir -şeye & yere & kimseye- ”

Bu tespiti de ancak bir gruba ait hissettiğim zaman yapabildiğimi söylesem ne dersiniz?

İtiraf:

Küçücükken yani 4-5 yaşlarımdan beri maske takıyorum. Kendimi oradaymışım gibi gösterip aslında orada olmuyorum.

Büyüdükçe bu bir korkuya dönüşüyor özellikle orta okuldayken insanlardan kendimi gizleyerek -mesela okuldaki merdiven altına filan sığınarak- korkularımdan saklanabileceğimi zannediyorum. Korkular bir süre kendini gizliyor ben de bir süre onları görmezden geliyorum ama nafile!

Bir sürü çember, bir sürü içinde yer almak için yanıp tutuştuğum ama fersah fersah kaçtığım şu SOSYAL ÇEMBERler karşıma dikiliyor… Adı düpedüz Çemberofobi’ye dönüşüyor.

Yalnız tehlikeli yanı bu korkunun bir süre sonra etrafına kibirden bir koza örmesi…Öyle olunca çemberofobim ayrılmaz yaşamsal bir parçam oluyor, kibirim de en  yakın dostum.

Herneyse  demem o ki:

Olduğum gibi olabilmenin kıymeti öyle büyükmüş ki onu, hayatımdaki en büyük aşka tercih ettim.

Çünkü o’nun yanında ben olduğum gibi değildim maskeliydim… Maskenin yarattığı huzursuzluğu hangi aşk giderebilir?

Hımm belki de aşk’ın ne olduğunu yeniden tanımladım son haftalarda.

Gerçek aşk’ı yani olduğum hâl içinde hemhal olmayı, çember içinde demlenmeyi, kalbimin coşkuyla ve korkusuzca atışı sırasında tattığım müthiş güvenlik duygusunu O aşk dediğim şeye tercih etmişimdir.

Bugünüme beni çemberofobimgetirdi ve o sayede kendime 2012 yazında bir çembere dahil olma ödevini verdim. Şu an çember fobimle yüzleşip onu kucaklayabiliyorum çünkü artık bana zarar vermediğini biliyorum.

Zira

Çemberofobim ilk ve son kez bir yere / bir zamana/ bir kişiye / bir aileye / bir arkadaşa  ait olduğumu,

HİÇ & HERŞEY ve  en önemlisi AŞK olduğumu öğretti.

Dinlemek için…

Olduğum Gibi

http://soundcloud.com/pinardonmez/oldu-um-gibi

Orta/köy

Dün gece

Beşiktaş’ın adı önemsiz bir dik yokuşu

kuvvetlice esmeye, estikçe titretmeye niyetlenen aslı narin O rüzgarı alıp uçurdu.

Yokuş bitti

Uçanların ardında 1 iz kaldı

İz buz oldu, dudaklara dokundu

Dokunan yerlerden neler döküldü

 

“İşte ben Gülsümcüğüm, şu sıralar tam da böyle yaşamayı seviyorum:

Gözüm takılıyor ve elim herhangi bir kitaba uzanıyorsa “vardır bir sebebi” diyerek indiriveriyorum onu raftan. Sonra içimden geldiği bir zaman gözlerimi yumup parmaklarımı dolaştırıyorum kitabın üstüste binmiş sayfacıklarında ve hop! duruyorum bir yerde… İşte oradan kendime bir cümle, bir cümle olmasa bir kelime, bir kelime yoksa da bir ses beğeniyorum ve illa ki büyülenecek bir sebep yaratıyorum. Adına da aşk deyip geçiyorum.

İşte Gülsümcüğüm,  gecenin bir vakti Ortaköy’e gitmemizin sebeb-i aşkı da kitabın biridir. İlhan Berk’e kitabın biri denir mi denmez! Evden çıkmadan önce son anda elim uzanmasaydı toplu şiirlerine ve ilk açtığım sayfada Ortaköy bahsi çıkmasaydı esmezdi o rüzgâr. Ha ne oldu Ortaköy’de? Belki bir çok şey belki de hiçbir şey…”

 

 

 

 

beklenmeyen bir umut yazısı

Şu an  oturduğum masada yitip gidebilirim. Saatler ve günler geçebilir ve ben hala karşımda güneşin yaladığı gri otoparkı izliyor olabilirim.
Nasıl da sıcak ve güçlü bir rüzgar esiyor, yaprakların aceleci olanları kurumuş yerlerde savrulup ayaklarımı gıdıklıyor. Sigara külüyle bezenmiş çiçekli masa örtüsünün rengi sanki her dakika biraz daha soluyor.
Etrafım kalabalık, insan ve araba yığını. Gurultu ve gürültü dolu. Zihinler konuşuyor kalpler susuyor sanki.
Bu baktığım otopark duvarının griliği, çirkinliği, yamukluğu, pisliği, geçirgensizliği, değişmezliği, durağanlığı ve duvarlığı yetmezmiş gibi üzerinde demirden parmaklıklar var dikenlerle bezenmiş.
Ama yine de üzerinde yükselen çınar ağacının dalları arasından inatla sızan güneş var gökyüzünde.
İnsan nasıl olur da görmez yapraklarının o duvardaki ışıldamalarını?
Demem o ki
hissedeceğiz o gri duvarın dokusunu iliklerimizde, o gayri insanî yapısını, soğukluğunu ve içinde hiçbir yaşama hiçbir canlının kalp atışına izin vermeyen kaygısızlığını. Koklayacağız tadacağız betonun dilimizle bedenimizle böylece unutmayacağız.
Demem o ki
dönelim şimdi sırtımızı o duvara ve yürüyelim yolumuza ama omzumuzdan geriye bakma cesaretimiz de olsun. Bilelim ki baktığımızda tek göreceğimiz çınar yapraklarının ışıldayan yansıması olacak.

gökyüzü ile yeryüzü

Ayın evrelerini izlerken, ilgini esirgersen

gökyüzünden bakışlarını kaçırırsan  ya da

başka bir yerde bırakırsan gözlerini

bir sonraki karşılaşmanızda göreceğin manzara sarsabilir seni.

Ay çokta a a n evrimini tamamlamış

Sana ses etmeden odandan çıkmış

Gitmiştir

İşte bu! ‘Zaman’ın kaçınılmaz etkisi

Başka nerede olur bu?

Yeryüzünde!

Bir

den

bir

e

farkedersin

dokunuşlar

sondördünde

bakışmalar

sondördün

Soluk alıp vermeler tükeniyor

ses etmeden yeni ay’a evrilmedeler daha bir gizil

daha bir derinden artık kaçınılmaz olan de(ğiş)vin(im)ler

İşte böyle kayıtsızca ulaşır yeni ay’a ilişkiler…

k a m a-y o r

gözüne bir duvar değer, çağırır duvardaki kadın seni. kadının bakışları sırtını yasladığı kapıyı işaret eder. uzanır hiç düşünmeden ellerin ve kapı çoktan ardına kadar açılmış önünde avluya uzanan bir yol açılmıştır. Dinlenir avluda yahudi amcanın ekmek fırınının kokusunun zamanı tanımsız bırakan hatırası. türlü sesler gelir taştan, demirden, kireçten, mermerden, cümbüşten sazdan tanburdan bendirden …duvardaki kadın bilgedir zamanlamada ve bilgedir ağırlamada bilir kime göz kırpacağını kime sesleneceğini kuytusundan avlusunun.

Ve “Güzel Irmak”…Ve İlhan Berk…

Küçüğüm, bu senin sesin, güzel ırmak
Önce rüzgârın öptüğü, sonra benim öptüğüm
Bu bitmemiş şiirler senin ayakbileklerin
Soluğun, kokun, karnın, gölgeli gözlerin
Bu böyle çözülü göğsün, enine boyuna dudakların
Sabahlara kadar ki büyük gözlerin böyle
Bu dal gibiliğin, saçların, kırmızı ağzın
Bu üstünde onca seviştiğimiz yatak sonra
Sonra bu benim anı artığı eski yüzüm
Tüylerin, tay boynun, küçücük çocuk ellerin
Böyle yukarıdan aşağı gidiyorum seni
Karışıyor, korkunç, ellerimiz ayaklarımız

İLHAN BERK

Bilge Karasu’dan -çeşitlemeli korku-

bilge karasu şiiri:

“çeşitlemeli korku”
beş ses için metin

‘bağlaç’ olmakla kalacağını sanan dosta

bir tüy,
bir telek
bir dal-
gın ku-
şun ar-
dında
bırakı-
verdiği
havadan o-
luşmuş gi-
bi yumu-
şak, düşen,
yere doğru;
bir tüy ,
bir te-
lek,
bir yap-
rak
bir güz
dalın-
dan
kopmuş,
kopu-
vermiş
sarartılı
bir yap-
rak, ye-
re de-
ğince
kimse-
nin duy-
madığı,
yeri, taşı,
toprağı ba-
ğırtmamış,
incitmemiş
bir tüy , bir telek,
bir güz yaprağı
gibi düşmüş yerleşmişti içi-
me
içerime,
gönlüme,
etime
k o r k u
bir çığ gibi geldin üstü-
me
karınca-
lar gi-
biydim ,
düş ka-
rıncaları,
ozan ka-
rıncaları
gibi
çıdamlı ka-
rıncalar
gibiydim ,
çıdamlı,
dümdüz
uzanan
uçsuz
bucak-
sız
engebesiz bir düzlükte
üstüme bir çığ gibi gel-
din kendine kattın beni
gözü, a-
yağı, bir
yerlere
takılma-
dan
hiçbir şeye
yönelme-
den
dümdüz
uzanan
bir top-
rakta
çıdamla
y ü r ü y e n
karınca-
lar gi-
biydim.
d u y d u m s e n i
ö l d ü m s e n i!
seni seni seni
: seni : seni :
gördüm – : – duydum – : – – :
yaşadım – – – öldüm – :
yürü-
mekten
başka
bir şey
bilme-
yen
nereye ,
niye, ne-
ye gitti-
ğini bil-
meyen
bir yere
gittiğini ol-
sun bilme-
yen
ozan karıncaları
g i b i y d i m
çıdamla
yürüyen
bu düzlük-
te, engebe-
sizlikte.
senin yanımdasızlığın
bir silik suskuydu, gün-
süz karanlığımın keser
açardı kapısını , sesin ,
yüzün, yürümen
nereye
gittiğini
gene bil-
meden
bir yere
gittiğini ol-
sun gene
bilmeden
çıdamı
da,yü-
tümeği
de unut-
muş
b i r b ö c e ğ i m ş i m d i
çılgınca dönenen
durduğu
yerde
görün-
mez en-
gebeler
örüldü
çepeçev-
re
çevrem-
de
k o r k u d a n .
bir çığ gibi geldin üstü-
me kendine kattın beni,
yuvarlandık bir süre
zeytin
gövdele-
ri gibi-
yim
şimdi
topra-
ğım is-
ter al-
ister boz,
ister ka-
ra,
burul-
muş er-
keklik-
ler gibi-
yim
a c ı i ç i n d e
k ı v r a n a n
düzlükle-
rinde gök-
yüzüne
uzanıp gün
ışığını tit-
reştiren,
dünyayı
düzgün
aralıklara
bölen
kavak duvarların-
d a n s o n r a
sonra
suyu ara-
yıp bu-
lan kökle-
riyle, dur-
madan, bu-
danan kol-
larıyla
su fışkı-
rır gibi
yeniden
toprağa
dökülen
dallarıyla
yeşil yağ-
murunu
yağdıran
söğütlerden sonra,
sonra
sonra
yarık
yarılı
yarılmış
tahtasıyla

kıvra-
nan
buruk
burgun
bir zey-
tin göv-
desi gi-
biyim
kuytularda,
eğilerde,
suskun,
sessizlikler
içinde, gü-
müş yeşil
bir buğu
altında,
buruk
b i r g ö v d e y i m ş i m d i
yemişi
karar-
mayan.
sonra sonra sonra
yıktık kendimizi de
kuru-
yum
göğe baktı-
ğım yerde,
buru-
ğum
yere baktı-
ğım yerde,
korkuy-
la besle-
nerek
korku-
dan
ben çığ oldum şimdi. sen,
kar’ımdaki taş, karnım-
etimdeki
daki, dokumdaki
kama
oysa korku kendi memesini
e m e r e k b ü y ü r;
nasıl
burmalı
bu me-
meyi?
nasıl
kurtul-
malı
nasıl na-
sıl nasıl
korku-
nun sü-
dü ol-
mak-
tan?
seni seni seni
: seni : seni :
yaşadım – : – duydum – : – – :
öldüm – – – – – – – – – – .
seni yaşa-
dım, seni
öldüm;
uçuru-
mun di-
bine
v a r a m a d ı m d a h a
parçalanıp, parça-
layıp kurtulacağım
yere.
bir tüy,
bir telek
gibi, bir
güz
yaprağı
gibi
k o p m a l ı
kuştan, ağaçtan
yeğnilikle, incele-
rek
bağırmadan korkudan
anılarım senin gelece-
ğin oluyor, gerçeklik
duyusunu yitirip,uzak-
tan uzağa hep senin siv-
rildiğin bir pus içinde
yaşamağa başladığım
şu anda.
sen ağaçtan sen ağaca
koşuyorum, aradaki pu-
sarık bataklıkta ayrı-
şıp yıvışan günlerin
hiçliğinde.*

5 sesli çeşitlemeli korku-bilge karasudan

bilge karasu şiiri:

“çeşitlemeli korku”
beş ses için metin

‘bağlaç’ olmakla kalacağını sanan dosta

bir tüy,
bir telek
bir dal-
gın ku-
şun ar-
dında
bırakı-
verdiği
havadan o-
luşmuş gi-
bi yumu-
şak, düşen,
yere doğru;
bir tüy ,
bir te-
lek,
bir yap-
rak
bir güz
dalın-
dan
kopmuş,
kopu-
vermiş
sarartılı
bir yap-
rak, ye-
re de-
ğince
kimse-
nin duy-
madığı,
yeri, taşı,
toprağı ba-
ğırtmamış,
incitmemiş
bir tüy , bir telek,
bir güz yaprağı
gibi düşmüş yerleşmişti içi-
me
içerime,
gönlüme,
etime
k o r k u
bir çığ gibi geldin üstü-
me
karınca-
lar gi-
biydim ,
düş ka-
rıncaları,
ozan ka-
rıncaları
gibi
çıdamlı ka-
rıncalar
gibiydim ,
çıdamlı,
dümdüz
uzanan
uçsuz
bucak-
sız
engebesiz bir düzlükte
üstüme bir çığ gibi gel-
din kendine kattın beni
gözü, a-
yağı, bir
yerlere
takılma-
dan
hiçbir şeye
yönelme-
den
dümdüz
uzanan
bir top-
rakta
çıdamla
y ü r ü y e n
karınca-
lar gi-
biydim.
d u y d u m s e n i
ö l d ü m s e n i!
seni seni seni
: seni : seni :
gördüm – : – duydum – : – – :
yaşadım – – – öldüm – :
yürü-
mekten
başka
bir şey
bilme-
yen
nereye ,
niye, ne-
ye gitti-
ğini bil-
meyen
bir yere
gittiğini ol-
sun bilme-
yen
ozan karıncaları
g i b i y d i m
çıdamla
yürüyen
bu düzlük-
te, engebe-
sizlikte.
senin yanımdasızlığın
bir silik suskuydu, gün-
süz karanlığımın keser
açardı kapısını , sesin ,
yüzün, yürümen
nereye
gittiğini
gene bil-
meden
bir yere
gittiğini ol-
sun gene
bilmeden
çıdamı
da,yü-
tümeği
de unut-
muş
b i r b ö c e ğ i m ş i m d i
çılgınca dönenen
durduğu
yerde
görün-
mez en-
gebeler
örüldü
çepeçev-
re
çevrem-
de
k o r k u d a n .
bir çığ gibi geldin üstü-
me kendine kattın beni,
yuvarlandık bir süre
zeytin
gövdele-
ri gibi-
yim
şimdi
topra-
ğım is-
ter al-
ister boz,
ister ka-
ra,
burul-
muş er-
keklik-
ler gibi-
yim
a c ı i ç i n d e
k ı v r a n a n
düzlükle-
rinde gök-
yüzüne
uzanıp gün
ışığını tit-
reştiren,
dünyayı
düzgün
aralıklara
bölen
kavak duvarların-
d a n s o n r a
sonra
suyu ara-
yıp bu-
lan kökle-
riyle, dur-
madan, bu-
danan kol-
larıyla
su fışkı-
rır gibi
yeniden
toprağa
dökülen
dallarıyla
yeşil yağ-
murunu
yağdıran
söğütlerden sonra,
sonra
sonra
yarık
yarılı
yarılmış
tahtasıyla

kıvra-
nan
buruk
burgun
bir zey-
tin göv-
desi gi-
biyim
kuytularda,
eğilerde,
suskun,
sessizlikler
içinde, gü-
müş yeşil
bir buğu
altında,
buruk
b i r g ö v d e y i m ş i m d i
yemişi
karar-
mayan.
sonra sonra sonra
yıktık kendimizi de
kuru-
yum
göğe baktı-
ğım yerde,
buru-
ğum
yere baktı-
ğım yerde,
korkuy-
la besle-
nerek
korku-
dan
ben çığ oldum şimdi. sen,
kar’ımdaki taş, karnım-
etimdeki
daki, dokumdaki
kama
oysa korku kendi memesini
e m e r e k b ü y ü r;
nasıl
burmalı
bu me-
meyi?
nasıl
kurtul-
malı
nasıl na-
sıl nasıl
korku-
nun sü-
dü ol-
mak-
tan?
seni seni seni
: seni : seni :
yaşadım – : – duydum – : – – :
öldüm – – – – – – – – – – .
seni yaşa-
dım, seni
öldüm;
uçuru-
mun di-
bine
v a r a m a d ı m d a h a
parçalanıp, parça-
layıp kurtulacağım
yere.
bir tüy,
bir telek
gibi, bir
güz
yaprağı
gibi
k o p m a l ı
kuştan, ağaçtan
yeğnilikle, incele-
rek
bağırmadan korkudan
anılarım senin gelece-
ğin oluyor, gerçeklik
duyusunu yitirip,uzak-
tan uzağa hep senin siv-
rildiğin bir pus içinde
yaşamağa başladığım
şu anda.
sen ağaçtan sen ağaca
koşuyorum, aradaki pu-
sarık bataklıkta ayrı-
şıp yıvışan günlerin
hiçliğinde.*

Marcus Aurelius’un Ruhanî Alıştırmaları bugün bana ne diyor?

Ölüme çok yakın olan hayata daha da yakın oluyor galiba…Böyle düşünüyorum son zamanlarda

Aldım önüme Marcus’un metinlerini bir sayı tuttum içimden ve bu çıktı falımda!

 

ÖLÜM KORKUNÇ DEĞİLDİR
Bir insan, yaşadığı her saatin kendine sunduğu her şeyden bütünüyle
hoşnut olabiliyorsa; mutlak akla uygun oldukları müddetçe yaptığı
işlerin az ya da çok oluşuna aldırmıyorsa; bu dünyada geçirdiği sürenin
uzun ya da kısa oluşunu dert etmiyorsa –işte o zaman ölüm bile böyle bir
insan için korkutucu olamaz.
Zamanında olan bir şeyin, iyi olduğunu kabullenen, Doğa ile
uyum içinde oldukları müddetçe eylemlerinin sayıca az ya da çok
olmasının önem taşımadığını düşünen, dünyadaki süresinin uzunluğuna
ya da kısalığına aldırmayan böyle bir insan için ölüm berbat bir şey
değildir.

gün/eş

HAYDİ

doğ bakalım günümüze

Yüksel yüksel  tepelerin ardından!

Geç boğazları, nehirleri, ovaları… Ak ak ak….

Çekinme!

Haydi çekinme sız perdelerin arasından karanlık odalara, kamaştır

Gözlerimizi

ve

gülümset

bizi

güzel!

{bir klasik eser olarak şehir}

şehir, yaratıcılığını koruma ve hep daha yaratıcı olma

zorunluluğundan kendi ızdırabını kendi yaratır (yaratmalıdır)

süresiz bir cezalandırma(da)dır, O!

Bu yüzden hapsedemeyiz onu bir türlü.

Şehir hepimizden hür hepimizden kalıcıdır

anlaşılmaz kılar kendini (bilinmez, gizil).

Aşık olunma ve hep aşık kalınma zorunluluğundan hep cazibelidir

kimine namuslu kimine ittir(!)

Bugün ise Frida Kahlo var soframızda

Bir daha ve bir defa daha okuyorum
Bulamıyorum hiçbir hata
Evet, dinliyoruz
Frida Kahlo bildiriyor


:
Kötü günümde yanımda olmadığın zaman vazgeçtim.

Canın sıkıldığında benimle paylaşmadığını, kırılacak veya tedirgin olacak olsam bile düşüncelerini açıkça söylemediğini anladığım zaman vazgeçtim.

…Bana yalan söylediğini anladığım zaman vazgeçtim.

Gözlerime baktığında kalbinle bakmadığını ve bana hala söylemediğin şeyler olduğunu hissettiğimde vazgeçtim.

Her sabah benimle uyanmak istemediğini, geleceğimizin hiçbir yere gitmediğini anladığım zaman vazgeçtim.

Düşüncelerime ve değerlerime değer vermediğin için vazgeçtim.

Ağrılarımı dindirecek sıcak sevgiyi bana vermediğinde vazgeçtim.

Sadece kendi mutluluğunu ve geleceğini düşünerek beni hiçe saydığın için vazgeçtim.

Tablolarımda artık kendimi mutlu çizemediğim ve tek neden “sen” olduğun için vazgeçtim.

Bencil olduğun için vazgeçtim.

Bunlardan sadece bir tanesi senden vazgecmem için yeterli değildi, çünkü sevgim yüceydi.

Ama hepsini düşündüğümde senin benden çoktan vazgeçtiğini anladım.

Bu yüzden ben de senden vazgeçtim…

pencere-de yol

İnsan yoldayken az sonra varacağı yeri değil de aslında yaşamında gittiği yeri düşünmez mi?

Tam gitme anında, içeriden dışarıya bakılan bir pencere olur -genelde-

Genelde, o pencerenin camının berrak oluşu ve temizliği kişinin gerçekliğini ve hayallerini yansıtıverir.

İçeriden dışarıya hatta içeriden içeriye bir bakış peydahlar yol sırasında başını yasladığı pencere -kişide-.

Şimdi ben, yoldaki bu bakışlarımı şehirler arası otobüslerde, trenlerde yaşıyorum ya

Neden sonra an/lıyorum  esas yolculuğun her an’ın içinde olduğunu

O berrak, o temiz, o beni yanıltmayacak “pencereyi” her an yanımda arıyorum.

Zamanda yol aldıkça buluyorum onları bir kişide /bir olayda  /bir ezgide / bir dokunuşta

zamanda ileriye

Bir tek trende  gerisin geriye ama zamanda ileriye gidilebiliyor ya da tersi mi oluyor?

Yani hep ileriye doğru bir yol alış içerisindeyken sadece ve sadece trende olmanın verdiği bir zamanda geriye gidiş mi oluyor?

Ya da bunların hiçbiri ve hepsi sadece melankonik kişileri mi buluyor?

Aslında ne bir yanılsamaya ihtiyaç var ne bir zihin oyununa ne de şiire

şarkılara da ihtiyaç yok fotoğraflara da hepsi zamanı donduruyor alıp götürüyor beni gerçek dışı bir dem’e.

Faydasız…

bekle(ne de)mek // 1insan1köprü

beklemenin bendeki anlamı değişti değişecek

beklemek

yaşayan, olduğu gibi kendisi olan bir insan

ya da

yürünen ve diğerlerinden pek de bir farkı olmayan bir köprü

 

bir köprü öylece sebepsiz durulacak üstünde

bir köprü üstünde sizin gibi bekleyen bir insanla karşılaşacağınız

nasıl olur?

şiir

pat diye düşecektir

bacadan

ocağın ortasındaki ateşin içine

bazen de

ağır ağır pişecektir

bacanın içine çektiği dumanın altında

s-e-b-en

nasıl bir sayfa açtın ki

 

ben

özgür yazmakta içi gibi şeffaf

kimi zaman katran

sen

kendince okumakta içi gibi saf ve

yorgun kimi zaman

ilham geldi bana ne dedi…

Her şey iyi olacak

Hep iyi olacak

Sen iyi olacaksın

Sen zaten iyisin

omuzlarında birer ordu biri batıya biri doğuya çekerken seni

öyle içkin ki yoluna öyle mıhlanmış ki zihnin bedenin emeline

ruhun bile baş eğmiş göklere yükselmiş sonra,

fersah fersah derinlere inmiş

huzur neredeyse bulmuş getirmiş

yolun senin içinden geliyor, yolun senin öz varlığın, o senin adın gibi sana bağlı

lüzum yok endişe etmene

her şey iyi olacak

hep iyi olacak

sen zaten iyisin

dedi

ilhâm

Bugünkü falımdan Murathan Mungan çıktı

bakışlarım yalıyor rafları, sonra asılı kalıyor birinde. Uzanıp tutuveriyorum sırtından çekiyorum kendime. Murathan Mungan’ın koskoca “dağ”ı takılıveriyor ellerime…

 

Göze

Göz göze gelmekle aşılmaz

Doruğu gölgeler seni bazı bakışları

İçin sıra akan nehirlerin

Güne çıkacağı göze

Hangi uzaktadır kim bilir

sever sever kavuşamazsın

 

(2007)

–zamanda biz–

Galiba biz genelde

sadece yaşadığımız andan ibaretiz

ancak

öyle değilmişiz gibi yaşıyormuşuz

ya da

öyle değilmiş gibi yapıyormuşuz

 

Biz  çocuğuz

Biz genciz

ve

biz yaşlıyız kimi zaman

kapı önü

hayatta herşey

ama

herşey başlarken

 

yani herhangi bir sürecin

henüz kapısından içeri doğru bakarken

 

ne kadar da bonkörce

veriyoruz

veriyorum

veriyor

 

bir bakıyorum-z

kalmıyor

kalmıyor

kalmıyor

 

galiba  almayı

bilmiyoruz

bilmiyorum

bilmiyor

Baktığım faldan Baudelaire çıktı

17. kısımdı

ve

sayfa sayısının rakamlarının toplamı 7’yi veriyordu

işaretler tamamdı

Baudelaire’nin sesine

verdim kulağımı

SES

Kitaplığımıza yaslanıyordu beşiğim,

Her şey, loş Babil kütüphanesi gibi, orda,

Birbirine karışıyordu; roman, masal, bilim

Latin külüyle Yunan tozu, iç içeydi orda.

Kitap sayfası gibi miniktim. Bir ses, kurnaz

Ve metin, dedi: “Tatlı bir çörektir Dünya;

Dilersen (ki bundan keyifli hiçbir şey olmaz!)

Dünya dolusu bir iştah verebilirim sana.”

Öteki, senin sesin: “Gel! Birlikte, olasının,

Bilinmeyenin ötesine kanat açalım!”

Diyordu, rüzgarına benziyordu kumsalların.

Uğuldayan, nerden geldiğini anlamadığım,

Kulağı okşayan ve korkutan hayalet, sana,

“Peki! tatlı ses!” yanıtını vermiştim hemen.

sokak

Oysa ben hep

şöyle!

dirseklerimi büküp,

kollarımı göğsümün altında kavuşturup,

bir pencere pervazından

sokakları-mı- izlemek isterdim.

Koskoca düşünce bulutları kafasında

kadınların adamların

Neşeli gülücükleri arasında

çocukların oyunlarının

Köşedeki bakkalın kasasının

                                     }sesinde

Çöpçü kedilerin kavgalarının

kaybolmak isterdim.

{Tıp!}

sanki

hiç

asla

yani

hiçbir zaman

konuşmayacağız sizinle

sanki çıt çıksa

bozulacak oyunumuz

yazdıklarımızda kalacak aklımız

ellerimiz ceplerimizde

sabırsız

buz gibiyken yüzümüzde tebessümler

gürül gürül

içimizden akacağız sizinle

randevu 2

toprakla buluşma vaktidir

bu gece

dalımdan koparak

salınarak düşme vakti

berekete.

bir meyve (olmalıyım)

nerede son bulacağına

karar verebilen-

– olmalıyım

bir avucun içine

düşmeyi (beklemeden)

beklemeden

koparılmayı hırçın parmaklarıyla bir çocuğun

bereketle buluşmalıyım

bu gece

miş-muş

miş-li

mış-lı bir çocuk varmış

muşlu kıtalar atlasında

terkedil-miş bir babanın evladıymış

annesi biraz basiretsizmiş çocuğun

ne hocaya gidebilmiş ne de okula

neyse ki öğrenmiş günah ile sevabı

doğuyu ve batıyı

öğreti

adam

adamış

kendini

kendine

 

adam

gibi

adam-aya-

kararlı

bakıyor

kendine

aynada-m

 

buluyor içindeki güneşi

çıkarıyor

koyuyor kalpcebine